Bir Başka Açıdan Hastalık
“Ağaçların sıhhatine bile imrenerek yürürdüm, 9. hariciye koğuşuna.”
İnsan, akışına kapıldığı hayatta ters giden bir şeyler olduğunda, konfor alanı tehdit edildiğinde rahatsız olur. Huzursuzlanır, keyfi kaçar ve hatta öfkelenebilir. Sıhhatin verdiği gaflet, ona hastalığı unutturmuştur veya kendisinin hastalanmayacağına dair kendisini çoktan kandırmıştır. Bu kanı sarsılmayagörsün… Beden ne zaman arıza verse insan can telaşına düşer. Çünkü insanın bedeni dünya çamuruyla yoğrulmuştur. Sever dünyayı ve kopmak istemez. En temel güdüdür bu. Lakin insan güdülerden ibaret değildir ki… İnsan mesuliyeti olan varlıktır. Nereden geldiğini ve nereye gideceğini, bu yolun kime ait olduğunu ve yolcu olmanın adaplarını bilir. Daha doğrusu bilmelidir. Yolda kendisine binek olan bedenine halel geldi mi tabii ki korkabilir. Ama mesele şu ki insan kendini unutup ya binekte hapsolursa?
Emanettir bu beden insana. Mülk sahibi Allah’tır nihayetinde. İnsan bunun farkında olmalıdır ve başına gelen hastalık imtihanından asla şikâyet etmeye hakkı yoktur. Bediüzzaman’ın (k.s) temsili misaline göre, insan fakir ve aciz birine benzer. Çok güzel kıyafeti olan zengin birisi belli bir ücret karşılığında, bu fakirin model olmasını ister. Mülkün sahibi kıyafetteki bazı güzel nakışların daha açık hale gelmesi için çeşitli ayarlamalarda bulunur. Mülk onun tasarrufundadır. İstediği gibi keser de biçer de. Kimsenin karışmaya yetkisi yoktur. Durum böyleyken modellik yapan fakir, mülk sahibine itirazda bulunabilir mi hiç? Bundan dolayıdır ki bize emanet olan bu bedende mülk sahibinin tasarrufuna şikâyet edilmemelidir. Bilakis hastalık insanın Allah’a ait bazı esmaları daha güzel müşahede edebilmesi için fırsat olabilir. Tefekkür etmek gerekir…
Eh, buradan söylemesi kolay tabi. “Ağaçların sıhhatine bile imrenek yürürdüm, 9. hariciye koğuşuna” diyen bir insanın halet-i ruhiyesini tecrübe etmeyen bir insan nasıl onu anlayabilir ki? Anlayamaz zira her duygu ve her hal insanın bulunduğu mekana ve zamana ve nihayetinde kendisine özeldir. Sözgelimi, hastalıklardan yatağa düşen bir insanı sıhhatli bir insanın anlayamayacağı gibi, o hastanın da (hastalığa dair bir uç örnek olarak) Hz. Eyüb’ün (as) hastalık halini anlaması pek mümkün değildir.
Allah kuluna taşıyamayacağı yük yüklemezmiş. Sabır ve dua gerekir. Ve hatta şükür… Zira hastalık halindeki her vaktin ibadet hükmünde olabileceğine dair sahih hadisler vardır. Bir başka veçheden şükür ise şöyle olabilir: İnsan hastalıktan kurtulmaya dair her an içinde ümit taşımak ister. Eğer bu ümit Allah’tan olursa, kişi kendini daha fazla ibadete adar. Bunu ifa edemeyecek halde olsa dahi hanesine sevap olarak yazılır. Ve tüm bunlar insanın tekâmül yolculuğunda birer basamak olur ki bu da insanı kemale yakınlaştırır. Böyle bir durumda, ebedi yurttaki nimetlere nispeten fani dünyanın küçük sorunlarına karşı hastalık şükür sebebidir bile denilebilir... Şüphesiz ki bu pek yüksek bir mertebedir.
“Makâlim hasb-i hâlimdir hikâyet anlama cânâ/ Garaz arz-ı muhabbetdir şikâyet anlama cânâ” (Kabûlî) diyebilmek olsa gerektir bu mertebe.