KışKış
Mardin Zinciriye Medresesi | görsel pixabay.com

Kış

Ölü seven bir toplumuz malumunuz. Kastım beşer cenazesi değil yalnızca elbet. Kaybettiğimiz değerler, kişiler, mekanlar hep kıymetli olmuştur bizim için. Önünden her gün geçip gittiğimiz; bir kez bile durup önünde tefekkür etmediğimiz bir erik ağacı, ziyaretini ertelediğimiz ilkokul hocamız, elimizden kayıp giden zaman… O ağaç bir gün çiçek açmaz, hocamız yoktur artık ve zamanımız dolmuştur. Sıra bizden sonra gelecek ve aynı hataları tekrarlayacak yahut ders alıp yeni bir çığır açacak kişidedir. 

Zihnim bu düşüncülerle dolu, aklımda sürekli “ertelememeliyim fikri”. Üniversite bitmekte; dostlarımız ile veda havası hakim. Belki son kez görüşeceğiz bazı arkadaşlar ile kim bilir. Dudaklarda hüzün var, gönüller ise buruk bir sevinçle dolu; zira bereketini hep gördüğümüz yıllarda, yolları beraber yürüdüklerimiz yanımızda. 

Hayat içine almadan bizi diyoruz, gidip görmeli görülebilecek yerleri. Önce Ayn-ı Zeliha’da, ardından Diyar-ı Bekir’de ve şimdi nice medeniyete tarih olmuş eski Mardin’deyiz. Bir nefeste dolaşıyoruz Mardin’i, insan şehre aşık olur mu? Oluyormuş meğer. Ulu Camii’nde ve peşi sıra Zinciriye Medresesi’ndeyiz. Bir zamanlar nice alimin yetiştiği Zinciriye Medresesi. Şaşkınlık ve hayranlık içerisinde bakınırken etrafa, yukarıda oturan ve şehri seyreden bir grup genç dikkatimizi çekiyor; manzaradan biz de istifade etmeliyiz diye düşünüyoruz. Medresenin etrafından dolaşıp, dağın eteklerindeki duvarına oturuyoruz. Aylardan aralık, hava alacakaranlık, ayaklarımızın altında uçsuz bucaksız Mezopotamya.. Mest oluyoruz, sırayla sükut ediyoruz. Herkesin aklında farklı bir düşünce; kimi geleceğinin derdinde, kimi sevdiceğinin... Düşüncüler peş peşe sıralanıyor; meslek, aile, evlilik... Derken yanıp sönen bir ışık dikkatimi çekiyor, Suriye olmalı karşısı... Nice güzelliğe ev sahipliği yapan o topraklar, şimdi acının ve çaresizliğin beşiği. Evladının ağlama sesi ile uyanması gereken anne; bomba sesleri içerisinde evladının sesini bir daha duyamamanın endişesi ile uyanmakta. Sessizlik bir dostun “üşüteceğiz” demesi ile bozuluyor ve kalacağımız yere doğru yola çıkıyoruz. 

Ve aylar geçiyor, bahar geliyor, erik ağacı baştan aşağı çiçek açıyor. Yarının planlarını, dün olmayanlarla yapıyoruz. Hayat ne garip! Zaman geçiyor ve veda zamanı geliyor. Memleketin dört bir yanına dağılıyoruz. Havuza atılan ve can simidi elinden alınan çocuk misali başlıyoruz mesleğimize. Yanımızda abilerimiz, ablalarımız; ardımızda ana babalarımız ve duaları. “Yoksulu kolla, ihtiyarlara merhametli ol; mesleğin duacın olsun.” dilekleri ile uğurlanıyoruz işimize. Günler çabucak geçiyor, kah sevinç dolu kah hüzün dolu... Bin şükür ki geçmişe baktığımızda sevinçleri hatırlıyoruz yaratılış itibari ile. İnsan kaybettiğinde anlıyor bir daha gelmeyeceğini zamanın. Hükmedemediği zamana tek müdahalesi hüznün yerine sevinci hatırlaması oluyor belki de. 

Cilvesi orda ya; insan kestiremiyor gelmeden geleceği... Aylardan şubat, şairin "zemheri ayında canım gül ister benden" dediği bir soğuk, daha dün medrese duvarlarından seyrettiğimiz Suriye’ye şimdi yolculuk zamanı…

Sonraki yazı

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Sen de bir yorum yaz
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak.

En Çok Okunanlar

01




02




03




04




05




Sizin İçin Seçtiklerimiz






Tıbbiyeli Dergi















Son Yorumlar