Eksik Olan
Gözlerimizi kapattığımızda kalbimize sığınırız. Her zaman doğru olabilecek bir cümle kurmadığımı biliyorum. Tersinden okuyalım cümleyi. Kalbimize sığındığımızda gözlerimiz istemsizce kapanır. Şimdi daha iyi olmuş olsa gerek. Fakat daha da iyisi olmalı. Kalbimizi kapatmış isek gözlerimiz yok olmuştur. Evet, bu cümlenin değinmek istediğim noktayı daha iyi yansıttığını söyleyebilirim. Peki, burada durabilir miyiz? Bence hayır. Koca bir eksiklik var bu cümlede de. Kalbin ta kendisi.
Kalp nedir? Yuvadır. Kalbimiz yuvamızdır. Acılarımızın, hatalarımızın, eksikliklerimizin, düşüşlerimizin, kendimizden dahi kaçışlarımızın yuvasıdır. Fakat aynı zamanda sevgimizin, doğrularımızın, sonu gelmez hayallerimizin, uçsuz bucaksız tefekkürlerimizin, tükendi dediğimiz anda yeniden dirilen ümitlerimizin de yuvasıdır kalbimiz. Kısaca toparlayacak olursak bu kısmı, kalbimiz; gülüşlerimizin ve ağlayışlarımızın pas tutmaz yuvasıdır. Burada iki kocaman soru sormak istiyorum: Bir, kalp denilen şey sahiden pas tutmaz mı? İki, bir kalp neden güler veya ağlar?
İlk soru ile başlayacak olursak. Sorudaki pastan kastımız ne? Kalbi bozan bir şey olsa gerek kastımız, kullanılmaz kılan bir şey. Kin gibi, kibir gibi, şirk gibi mesela. Bu açıklama ile dolaylı yoldan kalbin pas tutabileceğini de söylemiş oluyoruz değil mi? Sanırım sizinle farklı düşünmem gerekecek. Bu, pas tutan şeye kalp diyeceğimi benden beklemeyin lütfen. Fakat kalp diyebilmek için ümidimi kaybettiğimi de düşünmemelisiniz. Çünkü ümidimi kaybettiğim vakit ben de kalbimi kaybetmiş olurum. Oysa kalbimiz en kutlu dirilişlerin de yuvasıdır bizler için. Sahi, kalbi yuvaya benzetmişken; onu, yuvadan farklı kılan özelliği de yok muydu? Elbette vardı. Hem de hayati bir fark. Anahtarsız, sorgusuz sualsiz girebileceğimiz tek yuvadır kalbimiz. Neden geldin diye sormaz hiçbir zaman. Yine mi sen demez. Kapısını kapatmaz. O, her zaman bekleyiştedir. Bizden beklediği tek şey ise kendisini ihmal etmememiz, yani arayışlarımızda kendimizi bulabileceğimiz yerin kendisi olduğunu her daim hatırda tutmamız. Bu noktada kalbimizin önemli bir özelliği de kendiliğinden açığa çıkmış oluyor. Her ne kadar sorularımızı cevaplamak için başvuruyor da olsak kalbimize, kendi sorumuza kendimizin cevap vermemizi istiyor bizden demek ki. Peki, nasıl oluyor da bunu beceriyor? Yapabildiği en mucizevi ve en eşsiz şeyi yaparak: Dinleyerek. O bizi dinledikçe, içine düştüğümüz arayışlarımız bizler için berraklaşır, saflaşır ve birden görünmeyen görünmeye başlar.
İkinci soruya geçecek olursak, zor bir soru ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmem gerekecek. Sorumuzu, sorular sorarak açmaya çalışalım. Yaşadıklarımız mı kalbimizi etkiler, yoksa kalbimiz mi yaşadıklarımıza yön verir? Daha zor bir soru sorduğumun farkına maalesef şu anda varıyorum. Her ikisi de diyerek bu soruyu kolayca cevaplayabilme hakkımı pas geçmeliyim. Sabah uyandığımız anı düşünelim. Henüz kalbimizi meşgul edecek kadar aktif bir hareket içinde değilizdir. Bu durumda aktif olan daha çok kalbimizdir. Böylelikle kalbimiz günümüze şekil verecek olan ilk adımımıza kendi çizdiği güzergâha göre yön verir. Fakat gün içinde kalbimiz, yaşadığımız olaylar neticesi ile pasif duruma düşme riskine girer. -Şu bir gerçektir ki: Günümüz şartlarında çoğu zaman pasif duruma muhakkak düşer.- Böylelikle yaşadıklarımız kalbimizi şekillendirmiş olur. Fakat en tuhaf olanı gece uyuyacağımız vakittir. Gözlerimizi tam kapattığımız anda, gün içinde yaşadıklarımız ve kalbimiz aynı anda aktifleşir. İkisi birden günün rövanşını alabilmek için birbirleriyle amansız bir mücadeleye girerler. Asıl tuhaf olan bu da değildir aslında. Asıl tuhaf olan, kalbimizin mücadelenin bir kazananının olmayacağını bilmesinde yatar. Peki, kalbimiz bunu biliyorsa neden yangına körükle gitmeyi tercih eder? İşte tüm mesele de buradaki ince çizgiyi yakalamakta olsa gerek. Dışardan bakınca bu çizgiyi göremeyeceğimiz muhakkak. Ne yapmalı o zaman? Kalbimize kalbimizden, yani içeriden bakmamız gerekecek. Hatırlayacak olursanız ilk soruya cevap verirken kalbimiz bizi dinledikçe görünmeyen görünmeye başlar diye bir çıkarımda bulunmuştuk. Dünya gözüyle göremeyip de kalbimizle görebildiğimiz ne olabilir ki burada? Olsa olsa aşikâr bir hakikat olsa gerek. İşte kalbimiz bizden bağımsız olarak görebildiği bu hakikati koruma mücadelesi vermekle mükellef olduğunu bildiği için ve -yangına körükle değil- yangını söndürecek hakikate sahip olduğunu bildiği için bu mücadeleden vazgeçme hakkına sahip değildir. Şöyle dersek yanılmış olur muyuz acaba: Kalbimiz, bizlerin asıl Sahibimizi yani Rabbimizi görebileceğimiz dünya gözümüzdür. Bu noktada hemfikirsek gelin hep beraber ikinci sorumuzu mutmain bir şekilde ve haykırarak cevaplandıralım: “Güldüren de ağlatan da O’dur.”
İlk paragrafı bitirirken asıl eksik olanın kalbimizin ta kendisi olduğunu vurguladıktan sonra neden bu kadar cümle kurma gereği duymuştum? Tüm bunları neden anlattım? Çünkü zamandan ve mekândan münezzeh olan Rabbimize sığınabileceğimiz ilk -ve belki de tek- yerdir kalbimiz. Buradan yola çıkarak nasıl ki adaletin azı-çoğu adalet olmuyorsa, kalbimizin de eksikliği kabul edilecek, yaşamla bağdaşacak bir şey olmasa gerek.
Bu, şiirden ve imgeden eksik kalan yazımıza, Mevlana’dan bu eksikliğimizi giderecek bir alıntı yaparak son verelim:
Dil bedest-âver ki hacc-ı ekberest
Ez hezârân Ka'be yek dil bihterest
Ka'be bünyâd-ı Halîl-i zerest
Dil nazargâh-ı Celîl-i EkberestGönüller kazan ki bu hacc-ı ekberdir
Binlerce Kâbe'den bir gönül yeğdir
Zira Kâbe yapısıdır İbrâhîm Halîlullah'ın
Gönül ise nazargâhıdır Cenâb-ı Allah'ın