OsmanOsman

Osman

14 Nisan 1997 – Pazartesi

“Osman, Murat gelmiş seni çağırıyor bi bak annem.” Osman annesini duyunca televizyon başından kalktı ve balkondan baktı. Aşağıdaki Murat’tı.

“Osman hadi gel pisiklet sürek, taşlığa gideriz, bostandan salatalık toplayıp tuz döküp yerik.”

Osman alelacele aşağıya inip bisikletini çıkardı. Murat ile yarışarak bisikletlerini sürmeye başladılar. Arkasından annesi “İkindi ezanı okununca eve gelin oldu mu çocuklar” diye seslendi. Bostana doğru giderken Ayşe teyzenin evinin önünde durdular.

— Şu kadın da ölüp gidecek ama bahçesindeki meyvelerden bi tane bile koklatmaz.
— Biz hep çaldığımız için laf ediyodur, geçenlerden babamla geldiydik kendi bi sepette meyve getirdi.
— Vayyy, bunun garezi bize demek…
— Niissee be hadi gidek yolumuza yoksa ikindiye dönemezsek ya tezek ya terlik yiyecez.

Bostan’a gelince bisikletlerini armut ağaçlarına yasladılar. Yorulmuşlardı, büyük bir taşa yaslanıp göğü izlemeye koyuldular. Yakınlardan akan nehrin taşları dövercesine çıkardığı sesler eşliğinde göğü seyre koyuldular. Osman, göğe gündüzleri de ilgi duysa da geceleri yıldızları görünce göğe daha da bir merakı artar, hayran hayran bakardı. Nasıl bu kadar yıldızın gökte durduğunu merak eder, büyülenirdi. Bazı geceler dama çıkıp orda uyuyakalırdı. Birden Murat’a dönüp:

— Bu sabah sen gelmeden önce televizyona bakıyordum Murat.
— Eeee
— Geceleri yıldız kayıyor diyorduk ya aslında o atmosfer denilen yere giren göktaşlarıymış.
— Aaaa gökte de mi taş varmış?

Osman kaşlarını olabildiğince kaldırmış, gözlerinin içi gülercesine, atmosferin ne olduğunu bilmeyen Murat’a, başını sallamıştı.

— İşin aslı ben de pek severin o yaşlı, sakallı bunağın olduğu çizgi filimi amma zabah dedem haberleri açıverdi, ben de izleyemedim.
— Ne varmış ki haberlerde?
— Ben ağnamam ki, sürüyle insan toplanmış bir şeyleri bir şey ediyorlarmış.
— Ne ediyorlarmış?
— Zannımca bir yere gidemiyorlarmış.
— Nereye?
— Amma sordun haaa.. Bilmem ben, nerden bilem? Devlet yasak koymuş, onlar da gidemiyormuş bir yere işte.
— Hımmm, diyebildi Osman sadece.

Dinlendikten sonra bostanda koşturdular, canları ne çekerse yediler. Sonra dere kenarına gidip acı kulak topladılar. Onu da tuzlayıp yediler. Zamanın nasıl geçtiği anlamıyorlardı ki tam o sırada yan köyden gelen ezan sesini duydular. Bu ezan onlar için eve dönüşün sesiydi. Hemen bisikletlerine atlayıp hızlı bir şekilde evin yolunu tuttular. Yolda onları gören imam efendi:

— Hey uşaklar yavaş olun helee! Size bir şey verecem, dedi.
Osman çok gitmek istemedi ama Murat hemen hocanın yanına varınca o da peşi sıra gitti. İmam efendi çocuklar yanına gelince cebinden iki tane küçük çikolata çıkardı. Onlara verdi ve başlarını okşadı.
— Osman, sen niye bugün gelmedin oğlum. Sabah Murat geldi bak. Hasta mıydın yoksa?
Murat Osman'a dönerek,
— Yaaa Osman sana dimeyi unuttum kunut dualarına geçtim ben.
— Hocam aslında gelecektim amaaa, diyerek yere basan ayağına kafasını eğdi Osman.

İmam efendi gülüp “Tamam canım hastaysan sorun yok, dinlenebilirsin ama çarşamba gel olur mu?

— Hocamm yarın ders yoğ mu?
— Yarın Salı Murat. Pazar alışverişini yapacağız çocuğum.
— Haa pek doğru yaaa.

Hocadan ayrılınca biraz daha yollarına devam edip evlerine ayrıldılar. Eve doğru yürürken annesiyle babasının kavga ettiğini duydu.

— Artık yeterr! Senden de anandan da bıktım. Sürekli ben bakıyorum. Ne sen bir yardım ediyorsun ne de o gardaşın olacak adam bi gelip anasını alıp bakıyor, diyordu annesi Osman’ın.

Osman evin arkasındaki çakıldan örülme duvara çıkıp oturdu. Eline aldığı bir sopayla yeri eşelerken bir iç çekti. Neden böyle olduğunu anlamıyordu. Babaannesini çok iyi anlıyordu, yaşlıydı bakım gerekiyordu, Allah’a şükür kendi yemeğini yer, tuvalete gidebilirdi. Ama yaşlıydı işte tek başına bir evde kalamazdı. En azından annesi ve babası başkalarına böyle diyordu. O yüzden babaannesini suçlayamıyordu. Annesinden duyduğuna göre biraz kötülükler etmişti annesine ama olsun yine de yaşlıydı ve babasının annesiydi. Sokağa atamazlardı ya. Annesini de suçlayamıyordu. Arada babasıyla böyle kavgaya tutuşsa da annesi bakıyordu babaannesine. Kendi annesi bile değildi sonuç olarak. Biraz babasını suçluyordu. Ne vardı sanki biraz annesine yardım etseydi. Biraz gönlünü ediverseydi sanki. Ama bu olayda asıl suçlu amcasıydı. Amcası yılda bir iki defa, onlar da çoğunlukla bayram günleri olurdu, evlerine gelirdi. Bir sürü şey alıp gelirdi ama annesine hiç bakmazdı. Yani gelince çok hürmetli davranırdı, ağız ucuyla da “Ana bize gidelim mi?” derdi ama asla götürmezdi. Anlayamıyordu Osman, amcasının böyle yapmasını. Çünkü amcasının davranışlarına bakınca sanki kendi annesi değil gibiydi, sanki onu başkası doğurmuştu. Yoksa acaba annesini sevmiyor muydu amcası? Kendi annesinin bir kere ağladığını görse, gözlerinden akan damla yanağına inmeden Osman’ın küçük yüreği param parça olurdu. Hem geçenlerde hoca derste anlatmıştı, Peygamber efendimiz (sav): “Anası, babası veya ikisinden biri yanında yaşlanıp da cennete giremeyenin vay haline!” dediğini söylemişti. Peki amcası neden böyleydi? Her şey kolayken işleri zora sokuyordu. Yoksa onun yaşadığı yerde cami mi yoktu ya da o camide bunları anlatacak bir hoca mı yoktu? Osman, zeki çocuktu her şeye akıl erdirirdi ama bu duruma asla akıl sır erdiremezdi. Aslında buna da aklı ererdi de kalbinin temizliği, kalbi körelmişlere anlamaya izin vermezdi.

Birden annesinin “Ben artık bu evde daha fazla duramam alıp başımı kendi babamın evine gidiyorum. Senden görmediğimi orda görürüm.” demesiyle kendi düşünce dünyasından çıktı ve ardından gelen hızlıca çarpılan kapı sesiyle irkildi. Koşarak eve girdi, her odaya baktı ama annesini göremedi. Balkona çıktı, aşağıda kasketini önüne almış düşünen babasını gördü. Babaannesi de başka bir köşe de hüzünlü hüzünlü oturuyordu. Kalbi küt küt atıyordu. Çok korkuyordu. Annesi nereye gitmişti? Geçecek miydi bu korkusu? Bu düşüncelerle gitti yatağına uzandı. Ya annesi gerçekten gittiyse ne yapacaktı Osman? Büyüdükçe geçer miydi her şey yoksa aynı mı kalırdı? En çok da bundan korktu Osman, ne yapacağını bilememekten... İnsan belki de bu yüzden korkardı. Büyüdükçe insan, korkuları azalırdı çünkü öğrenirdi. Öğrendikçe de hayalleri küçülürdü… Bu bilinmezlik korkusuyla Osman uyuyakaldı.

"Oğlum kalk hadi, ilçeye gidip alışveriş yapacağız, sen değil miydin gelmek isteyen?" dedi babası Osman'ı uyandırarak. Osman kalktı elini yüzünü yıkadı, minik bedenine kıyafetlerini geçirdi. Babasıyla beraber bir şey yemeden arabaya binip ilçenin yolunu tuttular. İlçede önce kahvehaneye uğradılar. Babasının ona, kahvehanenin yanındaki yerden aldığı peynirli poğaçayı çıkardı Osman. O sırada kahveci, Osman’ın önüne portakallı oralet bıraktı. Ortalık sigara kokuyordu. Babası sigara içmezdi ama oğlunu ve kendini bu yerlere sokarak sağlıklarını yok sayardı. Biraz sohbet ettikten sonra babası çarşıya gitti, evlik ihtiyaçlarını aldı. Marketlik işleri çok yoktu. Girip çay ve yağ aldılar, tabi o sırada Osman hemen kendine ve kardeşlerine bir kaç tane çikolata seçti. Kasaya gelince kasiyer kız Osman'a baktı ve Osman'ın gözlerindeki hüznü kendi içinde hissetti. Arkalarından gelen komşuları Asım amcası, Osman'ın saçını okşadı ve eğilip Osman'a "Babanın arabasında yer var mı?" diye sordu. Babasına bakan Osman babasından onayı aldıktan sonra "Evet var, Asım amca" dedi.

Asım amca da eşyalarını araca yükledikten sonra köyün yolunu tuttular. Osman'ın aklına bir fıkra geldi, onu anlatmaya koyuldu. Asım amca arada "heh oğlum, oo oğlum" gibi ifadelerle tepki verse de kafası dağınık babası onu hiç dinleyemedi. Asım amcayı köyün girişinde bıraktıktan sonra evlerine gittiler. Aşağıya poşetleri taşımaya inen annesini görünce Osman koşarak annesinin boynuna sarıldı sanki hiçbir zaman bırakmayacakmış gibi...

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Sen de bir yorum yaz
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak.

En Çok Okunanlar

01




02




03




04




05




Sizin İçin Seçtiklerimiz






Tıbbiyeli Dergi















Son Yorumlar