Sinemize Sapladığımız Hançer
Sonbahar etkisini gösteriyor, ağaçlar yapraklarını yavaş yavaş döküyordu. Dallarda kalan yapraklar rüzgârın etkisiyle hışıldıyor, bu hışıltı kulaklarda güzel bir seda bırakıyordu. Güneş dağların ardına doğru ilerliyor, akşam vakti geliyordu...
Memleketine dönmüştü. Evine doğru giden yolda ilerliyordu. Yolu üzerindeki çeşmeyi görünce yanına vardı. Elini yüzünü yıkadı, su içti. Daralan ruhu ferahlamıştı biraz. Yaklaşık bir ay önce nice güzel umutlarla ayrılmıştı bu topraklardan, çocukluk hayaline götürecekti bu yolun sonu onu, küçüklüğünden beri hep doktor olmak istemişti, insanlara bir faydası dokunsun istemişti. Nitekim gösterdiği gayretler neticesinde doktor olma hedefine yaklaşmış, tıp fakültesini kazanmıştı. Peki, neden böyle olmuştu, neden huzursuz hissediyordu kendini, ne olmuştu da içini karamsarlık kaplamıştı? Henüz bir ay olmuştu oysaki. Üstelik yediğini, içtiğini, her şeyini paylaştığı canı kadar sevdiği dostu da kazanmıştı aynı üniversiteyi. Aynı köyün çocuğuydular, birlikte büyümüşlerdi. Kardeş gibilerdi. Gurbet yolculuğuna da beraber çıkmışlardı. Dertleri, davaları aynıydı. Sahi neredeydi o, neden yoktu yanında? Kafasını kurcalayan çok fazla şey vardı. Üniversite ortamının böyle olacağını hiç düşünmemişti. Nasıl oluyordu da bir ülke inançlarından bu kadar uzak bir hayat yaşıyor, insanlar nasıl bunu kendilerine yediriyorlardı. Bir insanın yaşamının temel amacının inançları olması gerekiyordu hâlbuki. İnançları olmayan bir insan nasıl bu hayatın amacını kavrayabilirdi ki? Dinini yaşamaktı amacı... Allah’ın sunduğu sınırlar içerisinde yaşamak istiyordu. Diğer insanlar da böyle düşünüyor muydu acaba? İnançlarının hayatlarını tamamen kapsadığının ne kadar farkındalardı ki insanlar? Adeta sonumuzu kendimiz getiriyorduk bilerek, isteyerek. Bizi ayakta tutan değerlerimizi, inançlarımızı yok sayarak hançer saplıyorduk sinemize. En büyük emanetimizi, canımızı hiç biliyorduk, boşuna nefes alıp veriyorduk sanki. Üç günlük zevkler uğruna satıvermiştik ebedî hayatı. Umurumuzda bile olmamıştı. Aslında bugüne kadar da birçok kez hissetmişti bu karmaşık duyguları fakat o zamanlar her daim yanında olan, destek olan bir dostu vardı yanında. Şimdi neden yalnız kalmıştı? Neden kardeşi gibi gördüğü arkadaşı, can dostu yanında değildi? Hayalini kurduğu üniversite mi yapmıştı bunu yoksa? Dönemin ilk günlerinde katıldıkları “bilimsel” faaliyetleri hatırladı. Yetkin bir doktor olma hedefleri vardı. Neden yaşadıklarının, nereye varacaklarının bilincinde olacaklardı. Maddi kaygılardan arınmış bir şekilde yüce Allah’ın insanlara emanet ettiği sağlık nimetine sahip çıkmaya çalışacaklardı. Bu kutlu hedefe yol alırken Allah’ın verdiği vakti kıymetlendirerek değerlendirmek istiyorlardı. Amaçları buydu. O günler geçti zihninden. Ne kadar iyi niyetle katılmışlarken karşılaştıkları ortamı hatırladığında üzüldü, bu ortam onlara göre değildi, hem de hiç değildi. Allah’ın rızasını gözetmek orda dursun Allah tarafından ne yasaklanmışsa birçoğu mevcuttu. Olamazdı, burada olamazdı. Çünkü onun hayatının temel noktaları vardı ve bu noktalar değiştirilemezdi, bu fani hayatın geçici olduğunun, sonunda O’na döndürüleceğimizin farkındaydı. Kendisine verilen bunca nimete karşı nankörlük edemezdi. Terk etmeliydi burayı. Nitekim terk etmişti de. Bu yolu beraber yürüdükleri can kardeşi neden kalmıştı? Neden gelmemişti onunla? O böyle düşünmüyor muydu yoksa? Ama birlikte gelmişlerdi bugünlere, her vakit Allah’ın rızasını gözetmişlerdi. Ne olmuştu? Ne olmuştu da farklı düşünmeye başlamıştı? Ayağı mı kaymıştı, gaflete mi kapılmıştı yoksa? Boğazına bir düğüm saplandı. Tutamamıştı onun elinden, kurtaramamıştı benliğini, değerlerini zedeleyen bu ortamdan onu. Vicdanı sızladı, kendini suçlu hissediyordu. Ondan sonra yavaş yavaş araları açılmıştı, açılmaya da devam ediyordu. Ya ne beklenirdi ki? Farklı düşünmeye başlamışlardı artık. İkisi de farklı hayatlara yönelmişlerdi. Birisi, sonsuz olan kutlu bir hayata, diğeri gelip geçici zevkleri barındıran bir hayata. Kafası çok karışıktı. Kafasını kaldırdı, havaya baktı. Kuşları görüyordu, biliyordu ki hepsi de kendisini yaratan ilahı zikrediyorlardı her kanat çırpışlarında. İçindeki umut tazelendi. Yüzyıllar önce yaşamış dünyalar güzeli, ahlâk abidesi peygamberini düşündü. Ne kadar zorluklar geçirmişti, işkencelere maruz kalmıştı. Dalga geçmişlerdi onunla, taşlamışlardı onu. Tüm bunlara rağmen sesini duyurmaya devam etmişti, yılmamıştı. Allah yolunda başına ne gelmişse hepsine katlanmıştı, sabretmişti. Çünkü doğru yol buydu. Kalplere huzur veren, insanları hakikate kavuşturan bir yoldu bu yol. Ona düşen de buydu. Ne olursa olsun sabredecekti, Allah’ın vaadi büyüktü, ebedî bir hayat vadediyordu... Acizliklerinden bihaber olan insanlar gibi aldanmayacaktı. Bu yol hakikat yolu, bu dava hakikat davasıydı. Bir an olsun vazgeçemezdi bu yoldan.
Düşüncelere dalmış giderken evine yaklaşmıştı. Annesi, babası ve kardeşi kapıya çıkmış onu bekliyorlardı. İçi kıpır kıpır olmuştu, özlemişti onları. Vardı, sarıldı hepsine, yüzleri gülüyordu. Artık hasret giderme vakti gelmişti. Okunan akşam ezanı eşliğinde neşeyle evlerine girdiler.