Taşlar ve Düşler Kenti DiyarbakırTaşlar ve Düşler Kenti Diyarbakır

Taşlar ve Düşler Kenti Diyarbakır

Pandeminin ilk zamanlarındaki karantinaların, yerini yavaş yavaş seyahatlara bıraktığı bir dönemde, sizlerle hayali bir Diyarbakır gezisi yapmak istiyorum. Çocukluk günlerimin bir kısmına ve ilk gençliğime ev sahipliği yapmıştır bu kadim şehir. “Taşlar ve Düşler Kenti”, güzel şehrim…

Diyarbakır çok sıcak bir memleket olduğundan burayı gezmek için en güzel zamanlar bahar aylarıdır. Nasıl tarif edilir, bilemiyorum. Hava sıcak ama yaz mevsimindeki kadar yakmıyor; rüzgâr var ama üşütmüyor. Böylesine güzel bir sabaha uyandık. Hazırlanıp doğruca Hasan Paşa Hanı’na gitmek için yola koyuluyoruz.

Burası, Diyarbakır'ın Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra, üçüncü vali olan Sokullu Mehmet Paşa'nın oğlu Vezirzade Hasan Paşa tarafından yapılmış. Han kapısı büyükçe bir avluya açılıyor. Burada çay ve kahve içmek isteyenler için oturma yerleri var. Fakat biz henüz hiçbir şey yemediğimiz için doğrudan üst kata çıkıp kahvaltı sipariş ediyoruz. Erken geldiğimiz için yer bulma konusunda şanslıyız. Dışarıdaki masalar yerine, iç kısımdaki küçük odalardan birine girerek yer sofrasına oturuyoruz. Kahvaltı gelene kadar odanın mimarisine ve düzenine hayranlıkla bakıyorum. “Kimler geçti buradan, kimler burada gelecekleriyle ilgili güzel planlar yaptı, kimler neyin yorgunluğunu attı, neyin hazırlığını yaptı, nasıl cümleler yankılandı bu duvarlarda, en çok kimin hatırası var?” Ben düşüncelere dalmışken masaya Diyarbakır’ın kendine has peynirlerini, envai çeşit lezzetlerini dizmeye başlıyorlar. Ortak damak tadı olmayan insanların bile asla aç kalkmayacağı bir sofra kuruyorlar. Her şeyden fazla fazla olunca, henüz Diyarbakır insanının ne kadar cömert ve misafirperver olduğunu bilmediğimiz için “Kişi sayısını mı fazla söyledik yanlışlıkla?” diyerek afallıyoruz.

Kahvaltımızı bitirince avluya geri dönüyoruz. Otantik ipek şalların, el işlemesi gümüş takıların, çeşitli hediyelik eşyaların olduğu dükkanları geçiyoruz. Avludan aşağı merdivenle indiğimiz bir kitapevi var. Eskiden hana dinlenmeye gelenlerin, göz göz bölmeleri olan uzun ince bir koridora sahip bu yerde hayvanlarını dinlendirdiklerini tahmin ediyorum. Kitapların, yayınlarına göre ayrıldığı bu büyük ve tarihi yerde saatlerimi geçirebilirim. Kalabalığın olmadığı bir saatte geldiğimiz için biraz da ortamın havasından olsa gerek, sessiz ve sakin olan bu yerden birkaç güzel kitap alıyorum. Eve gidince her birinin ilk sayfasına bugünün tarihini ve bende uyandırdığı duyguları yazacağım. Kitapçıdan çıktığımız sırada öğle ezanı okunuyor, ne güzel tevafuk! Karnımızı doyurduk, sıra ruhumuzda.

Hemen hanın biraz ilerisindeki Ulu Cami’ye giriyoruz. Girişte selamlaşıp buralı olduğunu anladığımız bir ağabeyle ayaküstü sohbete duruyoruz. Bize biraz camiden bahsetmesini isteyince “Dünyayı dünya eden insan, insanı insan eden içindeki imandır” diye başlıyor söze. “Eski insanlar dünyayı böyle güzel imar etmiş, Ulu Camii Anadolu’nun en eski Camisidir. 639 yılında Diyarbakır'ı fetheden müslümanlar, şehrin merkezindeki en büyük mabedi (Martoma Kilisesi) camiye çevirmişler. O zamandan bu zamana burası, İslam âleminin 5. Harem-i Şerifi olarak kabul ediliyor.” Cemaate yetişmek için sohbetimizi yarım bırakmak zorunda kalıyoruz. Aynı safta bulunduğum insanlara bakıyorum. Girişteki ağabeyin tarihten bahsetmesiyle birlikte; bu camide bir defa dahi olsa namaz kılmış olan insanları, sonra da tüm camilerde namaz kılanları düşünüyorum ve zamanları, mekanları aşan bu büyük İslam cemaatinin bir parçası olduğum için Rabbime hamd ediyorum.

Camiden çıktıktan sonra dar sokaklardan geçip Cahit Sıtkı Tarancı’nın müzeye çevrilmiş olan evine geliyoruz. Oradan ayrılıp Ziya Gökalp’in, Ahmet Arif’in evlerini ziyaret ediyoruz. Her birisi; bu yöreye özgü bazalt taşlarıyla yapılmış, ortasında yalnızca ev halkına açık avlusu olan eski zamanın ince mimarisini yansıtan evler… Surlar, Malabadi Köprüsü, On Gözlü Köprü, hanlar, burçlar, eski Diyarbakır evleri ve daha birçok yapı yine bu bazalt taşlarıyla inşa edildiği için, Diyarbakır “Taşlar ve Düşler Kenti” olarak anılıyor. Ahmet Arif’in evinin girişinde, ziyaretçilerin buraya bir hatıra bırakabilmesi için büyük ve kalınca bir defter var. Ben de birçok hatıramın olduğu bu şehre, İbrahim Sadri’nin kaleminden bir dize bırakmak istiyorum ve defterden temiz bir sayfa açıyorum.

“Sen benim onyedi yaşımsın,
Deli çağımsın...
Sen benim ayakkabılarımın arkasına ilk basışımsın.
İlk cigaram, ilk ıslığım, ilk kızgınlığım, ilk aldanışımsın.
Sen benim ilk ütülü beyaz gömleğim,
İlk şiirim, ilk kavgam,
Yaşamı ilk farkedişimsin.
Sen benim onyedi yaşımsın”

Daha görmek istediğimiz bir sürü yer vardı ama çoktan akşam olmuş bile. Şimdi günün tatlı yorgunluğunu atmak için dinlenme vakti…

Dipnotlar

*Meraklısı için yazıyı hazırlarken faydalandığım veya karşılaştığım belgeselleri ekliyorum.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Sen de bir yorum yaz
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak.

En Çok Okunanlar

01




02




03




04




05




Sizin İçin Seçtiklerimiz






Tıbbiyeli Dergi















Son Yorumlar