Veren O Alan O
Önünden günde yüzlerce kişinin geçtiği mavi kaplı kapının önünde bulmuştu kendini. Buraya nasıl gelmişti, son birkaç saattir neler olmuştu, burada neyi bekliyordu, adeta unutmuştu. Hatırlamak için kendini zorladı. Birkaç saat önce ikindi namazını kılmak için Cami’ye gitmişti. Namazı kılıp kılmadığını hatırlayamadı. Cami’ye gittiğinde telefonu çalmış, annesi arayıp babasının yoğun bakıma alındığını haber etmişti. Bir an akli melekeleriyle olan bağlantısını kaybetmiş gibi, söyleneni anlamak için kelimeleri tekrarlamaya başladı. Yoğun bakımın ne olduğunu, bir hastanın neden yoğun bakıma alınacağını düşündü. Babasının durumunu düşündüğünde bugüne kadar iyiye gittiğini görüyordu. Bir günde bu kadar kötü olabilir miydi? 15 dakika önce yanından ayrılmıştı oysa, bıraktığında iyiydi. Ne olmuş olabilirdi ki? Düşünceleri kafasından savuşturup tekrar hastaneye koştu.
Hastanede elinde siyah bir poşetle annesini ağlarken buldu. Babasının kıyafetlerini bir poşete koyup annesine vermişler. Baba sevgisini, eş sevgisini, ruhları, düşünceleri de poşete sığdırabilirler mi diye düşünmeye başladı tekrar. Bu sefer annesinin gözyaşları düşünce fırtınasını böldü. Düşünce fırtınasından sonra annesinin gözyaşları ıslattı tüm şehri. Önce simsiyah bulutlar geldi, sonra fırtına çıktı ve şimdi de yağmur. Yağmur rahmettir derdi büyükler, gözlerimizden dökülen ve çorak topraklarımızı ıslatan bu yağmurlar da bir rahmet midir bize? Ağlamayanın kalbinden korkacaksın demişti bir derviş, karanlıklar kaplamıştır o kalbi ve artık yağmur yağmaz, aydınlanmaz olur o kalp.
Annesinin gözlerinde başlayan yağmur kendi gözlerine de bulaşmıştı. O an günlerdir sırtında taşıdığı yükü, düşünceleri, duyguları gözlerinden bırakmamak için kendini zor tutuyordu. Fakat dayanacak gücü kalmamıştı. İnsanın sırtındaki yük nasıl olur da gözlere dolar ve oradan da boğazında bir yumru oluşturarak yıllarca kendiyle yaşar, buna bir türlü anlam veremiyordu. Fakat, şu an hissettiği tüm bu olacakların başlangıcıydı ve kendisi de bunu biliyordu. Bir an önce bir fırsatını bulup gözlerinden boşluğa ip salıp yüklerini boşluğa bırakmalıydı.
Mavi kapının önünden uzanan bir koridor ve koridorun sonunda küçük bir boşluk bulmuştu. O akşam o boşluğu kendine sığınak ilan etmişti adeta. Sığınağı kanla değil gözyaşlarıyla fethetmişti. Annesini bir bahaneyle eve göndermesinin üzerinden bir saat geçmişti fakat yağmurlar hâlâ dinmek bilmiyordu. Sığınağın tepesinden gökyüzünü görebileceği küçük bir açıklıktan kara bulutları izliyor, tüm ihtimalleri aklından geçiriyordu. Gökyüzü açık da olsa onun için kapkaraydı. Aslında olmayan siyah bulutlara bakıp Allah’tan her şeyin hayırlısını diliyordu. Bazen yaşamak imtihandır, bazen ölmek. Kendisi için de babası için de hangisinin hayırlı olacağını bilemedi. “İnsanım ben, gaybı nerden bilebilirim ki” diyerek düşüncelerinin en son ulaştığı düğümü çözmeye çalışıyordu. Ölmek mi hayırlı, yaşamak mı?
Yağmurlar dinmiş, gökyüzündeki siyah bulutlar kenara çekilmişti. Kalan bulutların arkasından gökyüzünün derinlikleri seçilebiliyordu. Yağmurdan sonra topraktan yükselen, insanın içini rahatlatan o kokuyu almaya çalışıyor gibiydi. Derin bir nefes aldı ve “Allah’ım. Veren de sensin alan da sen. Her anımız için hakkımızda hayırlısını nasip et. Bizi hayırla yaşat. Ömrümüzü tamamladığımızda da bize hayırlı bir ölüm nasip et.” Dedi ve mavi kaplı kapının önüne giderken içinden tekrar etti:
Veren de O, alan da O.