14 Mart Tıp Bayramı’na Dair
Ülkemizde her yıl 14 Mart’ta Tıp Bayramı’nı kutlamaktayız. Amerikalıların 30 Mart’ta, Hintlilerin 1 Temmuz’da “Doktorlar Günü” kutlamalarını kenara koyarsak dünya üzerinde 14 Mart Tıp Bayramı’nı kutlayan tek devletiz. Peki öyleyse 14 Mart’ın bizim için ehemmiyeti gerçekten nedir? Bu soruyu cevap vermeden önce tıp tarihimize bir miktar değinmek istiyorum.
Asya coğrafyasında yaşamış Türk toplulukları hastalıkların tedavisi için genellikle şamanlara başvuruyordu. Uygurlar yerleşik hayatı benimsemekle birlikte şifahaneler inşa etmiş; ecza, ilaç ve bir takım cerrahi aletleri kullanarak hastaları tedavi etmeye çalışmıştır. 9. ve 10. yüzyıllarda Türk tıp ilmi altın çağına ulaşmış, özellikle Horasan bölgesinde yaşamış olan Râzi, Ebu Reyhan, Farabi ve İbn-i Sîna gibi hekimlerin kitapları hem bizde hem Batı toplumlarında yüzyıllar boyunca ders olarak okutulmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla dönemin önemli merkezleri olan Kayseri, Konya, Sivas, Kastamonu gibi bölgelere hastaneler kurulmuş ve buralar dönemin önemli tıp merkezleri haline gelmiştir. Özellikle erken dönemlerde Kayseri Gevher Nesibe Şifahanesi’nde belirli bir müfredata göre tıp eğitimi vermiştir.
Osmanlı Beyliği, birçok konuda olduğu gibi tababet kültürünü de Selçuklulardan almıştır. 1399’da Bursa’ya büyük bir şifahane açılmış, Edirne’nin fethinin ardından burada cüzzamlıların tedavisi için bir merkez kurulmuştur. İstanbul’un fethine değin tıp eğitimi ‘usta-çırak’ ilişkisine göre nesiller boyunca iletilmişti. 1470’te Fatih Külliyesi’nin inşasıyla birlikte külliye içerisine tıp eğitimi veren Darüşşifa’ya da yer verilmiştir. 1555 yılında inşa edilen Süleymaniye Medresesi’nde Kur’an, hadis, hukuk, edebiyat dersleri yanında tıp dersleri de okutulmuştur. Devletin her alanında gerilemenin yaşandığı 17-18. yüzyıllara değin Geredeli İshak, Şirvalı Mahmut, Sabuncuoğlu Şerafeddin, Şemseddin-i Îtaki gibi önemli Türk hekimleri yetişmiş ve değerli eserler yazmışlardır. Öyle ki Şemseddin Îtaki’nin Türkçe olarak kaleme aldığı anatomi atlası “Teşrih-i Ebdan”, günümüzde kullandığımız birçok organ isminin kaynağı olmuştur.
19. yüzyılın başlarına gelindiğinde Osmanlı Devleti birçok alanda karışıklık içerisindeydi, birçok makamı hak etmeyenler işgal ediyordu. Devletin mücadele içinde olduğu Batı dünyasında rönesans ve reform gibi hadiseler yaşanmış, Doğu’dan çeviriyle aldıkları bilgiyi özümseyip üstüne yeni bilgiler üretmeye başlamışlar, bunları yazılı hale getirmişler ve matbaa kullanarak çokça nüsha üretip bölgenin birçok yerine bilginin ulaşmasını sağlamışlardı. Osmanlı Devleti’nde ise bu bilginin edinilmesine dair sistematik bir yol izlenmemiş, bireysel çabalar ile çeviriler yapılmaya ve talebelere bilgi kazandırılmaya çalışılmıştır. Aynı zaman içerisinde “mutatabbib” olarak adlandırılan yalancı hekimler ülkenin ordu dahil her kademesinde kendilerine yer bulup yanlış tedaviler uyguluyordu. 19. yüzyılın önemli hekimlerinden Şanizade Ataullah (1771-1826) Tarih-i Şanizade’de günün atmosferini şöyle özetliyor: “Müslümanlardan hiç kimse bu yüksek fenne hevesli olmayıp Süleymaniye Tıbhâne’sinde yalnız hocalık vazifesine ve Tımarhane tabipliğine kanaat eder bazı çehresiz ve battal adamlardan başka kimse kalmayıp, Osmanlı memleketinde değil yeni hekimliği hatta eski tababeti dahi okuyup öğretecek hiç kimse kalmamakta. Bir zamanlar hekimleri oldukça çok diye anılan ve sayılan şehirlerden İstanbul'da şimdiki halde Hırvat gemici vesair ırgat bozuntusu bir alay cahil tabip ellerinde kalıp..." diyerek üzüntüsünü açıklamıştır.
Tıbb-ı Cedid olarak adlandırılan bu yeni tıbbın ülkeye kazandırılmasını isteyenlerin başında Mustafa Behçet Efendi geliyordu. Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca bilen Mustafa Behçet Efendi kendi çabasıyla kitaplara ulaşmaya çalışıyor ve çeviriler yapıyordu. Sultan III. Selim döneminde hekimbaşılık yapmış olan Mustafa Behçet Efendi aynı zamanda yeni tıbbın öğretileceği iki tıbbiyenin açılışına vesile olmuştu; lakin bu okulların ömrü kısa sürmüştü. (Bu okullar 1805’ta açılan Kuruçeşme Rum Tıp Mektebi ve 1806’ta açılan Kasımpaşa Tersane Tıbbiyesi’dir) Veliaht Sultan II. Mahmud tahta geçtikten sonra Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmış ve yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunu kurmuştu. Ordunun tabip ve cerrah ihtiyacı gözle görülür düzeydeydi. O güne değin Fatih Külliyesinde ve Süleymaniye Medresesinde yetişmiş hekimler bu görevi yerine getiriyordu. Eğitim sisteminin bozulması ile yabancı hekimlerden yardım alınmaya başlanmıştı ve en sonunda -denetim mekanizmasının da bozulmasıyla- hekimliği bilmeyen kişilere hekimlik görevleri verilir olmuştu.
Mustafa Behçet Efendi, eski tıbbın yanında yeni tıbbın da okutulacağı bir okulun açılmasına ihtiyaç duyulduğunun farkında idi. Sultan II. Mahmud’a, yeni ordunun hekim ihtiyacını belirten dilekçeler yazarak 14 Mart 1827 tarihinde Tıbhane-i Amire ve Cerrahane-i Amire isimleriyle yeni tıbbiyenin kurulmasına vesile olmuştur. (Tabiplik ve cerrahlık o zaman içerisinde farklı iki alan olarak değerlendiriliyordu.) Yeni kurulan bu okulların kurulma gerekçeleri devletin resmi belgelerinde şu şekilde geçiyor: “...İlk amaç orduya hekim ve cerrah yetiştirmek, ikinci amaç Müslüman hekim yetiştirmektir ..... Asitane-i Aliye’de bu gaye ile bir müstakil Darül Tıbb-i Amire inşa edilip burada yer alacak usta muallimler vasıtasıyla eski tıp ve yeni tıp fenleri talim olunsa Allah’ın yardımıyla birkaç sene sonra ordu, Müslüman olmayan hekimlerin istihdamından kurtulup İslam olan alim ve usta hayli tabib ve cerrah husule gelecektir." Bu okul için dikkat çekici bir diğer nokta, yeni tıbbın dili olan Latince, Fransızca ve İtalyancanın talebelere öğretilmesi ve talebelerin bu dillerdeki tıp kitaplarını okuyup anlayabilecek seviyeye getirilmesidir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar tıbbiye ve tıbbiyeliler her daim el üstünde tutulmuştur. Okulun açılış günü hitabında II. Mahmud’un şu cümlesi bunu bize göstermektedir: “…burada bekayı sıhhat-i beşeriye hizmeti azizesine muvazebet olunacağından bu mektebi sair mekteplere tercih ve takdir eyledim…” Aynı zamanda tıbbiyeli talebelere her sene yükselmek üzere maaş veriliyor, padişah tarafından verilen nişan ile de ödüllendiriliyordu.
Yıllar boyunca ihtiyaca binaen tıbbiyede gerekli düzenlemeler yapılmıştır. 1839’da tıbbiye ve cerrahiye birleştirilerek "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” ismini almış, yurt dışından Ord. Prof. Dr. C. A. Bernard gibi uzman hekimler getirtilmiş ve dersler Fransızca anlatılmaya başlanmıştır. Yabancı dilde eğitim görmenin zorluğundan dolayı tıbbiyeli mezun sayısının azaldığının fark edilmesiyle 1857 yılında yabancı dile hakim talebelerden oluşan özel bir sınıf açıldı (Mümtaz Sınıf). Hocaların ve bu sınıftaki talebelerin çalışmalarıyla yabancı kaynaklar Türkçeye çevrilmeye başlandı. 1867 yılında Türkçe eğitim veren ve sivil bir okul olan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye açıldı. 1870 yılında askeri tıbbiyede de dersler Türkçe verilmeye başlandı. 1909 yılında sivil ve askeri okullar birleştirilerek “Darulfünun Tıp Fakültesi” ismini aldı. Yeni Türk Devletinin kurulmasının ardından 1933 yılında yapılan üniversite düzenlemeleri ile Darulfünun ismi “İstanbul Üniversitesi” olarak değiştirildi.
14 Mart gününün bizler için en önemli yanı, işgal günlerinde tıbbiyelilerin ortaya koyduğu aksiyondur. 1. Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin birçok yeri işgale uğramıştı. İstanbul Boğazı’na demirleyen işgal devletleri gemileri namlularını şehre çevirmişti. İtilaf devleti askerleri kendilerince önemli bulduğu bölgeleri ve binaları boşalttırarak kendileri buralara yerleşmeye başlamışlardı. Haydarpaşa’da bulunan ve ihtişamlı binalara sahip olan Darulfünun da işgale uğramış, İtilaf devleti askerleri tarafından derslikler ve yatakhaneler boşalttırılarak depo olarak kullanılmaya başlanmıştı.
1919 senesinde tıbbiyeli Hikmet (daha sonra Boran soyadını alacaktır) ve arkadaşları, ülkenin dört bir yanında olduğu gibi, işgali protesto etmek istiyordu. “Tıbbiye’nin 92. Kuruluş Yılı Kutlaması” bahanesiyle 14 Mart 1919 günü bir tören düzenlemeye karar verdiler. (14 Mart günü gerçekten bir bahaneydi çünkü daha önce böyle bir tören yapılmıyordu.) Öğrencilerden, İstanbul’daki hekimlerden ve İtilaf Devleti mensuplarından oluşan tören esnasında tıbbiyeli Hikmet ve arkadaşları okulun iki kulesi arasına dev bir Türk Bayrağı asmışlar, protesto konuşmaları yaparak “Bu topraklar bizimdir!” mesajını vermişlerdir. Protesto, işgal kuvvetleri tarafından dağıtılmış ve ayaklanmaya dönüşememiş olsa da kurtuluş mücadelesi için umut tazeleyici olmuştur.
1935 yılından itibaren her yıl 14 Mart tarihini Tıp Bayramı olarak kutlamaktayız. Zaman zaman Tıp Bayramı’nın kutlanma tarihine dair farklı fikirler ortaya atılmıştır. Bursa’daki ilk hastanenin kuruluş tarihi, Fatih Külliyesinin açılış tarihi, Tıbbiye-i Amire’nin değil de Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’nin eğitime başladığı tarihi referans almaya çalışan birçok görüşün ortak noktası bu günleri “tıp eğitimimizin başlangıcı” olarak kabul etmeleridir. Oysaki kusurları olan varlıklar olarak yeryüzü sahnesinde görülmeye başlamamızla beraber yaralar ve hastalıklar da ortaya çıkmıştır, bunun sonucu olarak “iyi halimizi korumak” adına bir takım çözüm yolları da aramışızdır; tıbbın özü bu “iyi hali korumak” değil midir zaten? Sözün özü, geçmişe gittikçe tıbbın ve tıp eğitimimizin başlangıcına dair yeni tarihler belirleyebilmemiz mümkündür; bu değerli güne “modern tıp eğitimimizin başlangıcı” gibi sığ bir anlam ithaf etmek aynı zamanda geçmişimize saygısızlık etmek olacaktır.
14 Mart Tıp Bayramı’nın tıbbiyeliler için manası şudur: Tıbbiyeli, kendisine ve çevresine karşı sorumlulukları olan kişidir. Gerek tıbbi, gerek sosyal bir sorunla karşılaştığında sorun ne kadar büyük olursa olsun daima çözüm üretebilmek adına çaba sarf etmesi gerekendir.
“Mesela, tıp bir fendir hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak'ın Şâfî ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde (yeryüzünde) rahîmane cilvelerini edviyelerde (ilaçlarda) görmekle tıp kemalâtını bulur (tamama erer), hakikat olur.” (Sözler, 20.Söz, İkinci Makam)
- ALTINTAŞ, A. (2008). Ülkemizde Tıp Eğitiminin Başlangıcı, Gelişimi ve 14 Mart Tıp Bayramı’nın Anlamı. Türk Aile Hekimleri Dergisi, 12(1), 44–53.
- ATALIK, K. (n.d.). Heki̇mbaşi Mustafa Behçet Efendi̇ (1774-1834). Nobel Medicus Dergisi, 10(1), 99–100.
- ATMACA, N. S. (2013). Tıp Haftası ve 14 Mart Tıp Bayramı. Güncel Gastroentereloji Dergisi, 18(1), 40–41.
- ERER, S. (2010). Osmanlı Döneminde Bursa'da Yaptırılan Hastaneler. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19(2), 241–252.
- IŞIL ÜLMAN, Y. (2007). Türkiye’de 19. ve 20 Yüzyıllarda Tıp Tarihinin Anahatları. Tıp Tarihi ve Etiği Ders Kitabı, 471, 175–186.
- TİRYAKİ, T. (2008). 14 Mart Tıp Bayramı. Türkiye Çocuk Hastalıkları Dergisi, 2(3).
- TOKAÇ, M. (n.d.). 14 Mart Tıp Bayramının Tarihçesi.
- UĞURLU, M. C. (1997). 14 MART TIP BAYRAMI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, 1(50), 1–5.
- (Altıntaş, 2008; ATALIK, n.d.; ATMACA, 2013; Erer, 2010; IŞIL ÜLMAN, 2007; TİRYAKİ, 2008; TOKAÇ, n.d.; Uğurlu, 1997)