Uygarlık ve Medeniyet Üzerine Mukayese - 2Uygarlık ve Medeniyet Üzerine Mukayese - 2

Uygarlık ve Medeniyet Üzerine Mukayese - 2

Ferhat İnan'ın Reddiyesine Cevap

Sevgili dostum, öncelikle kıymetli eleştirin için teşekkür etmek istiyorum. Namık Kemal’in dediği gibi “Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar”. Bizler taşıdığımız fikirleri değişmez doğrular olarak savunursak, hakikate varmamız pek güçleşecektir. Fikirlerin tekâmül edip hakikate yaklaşması kuşatıcı bir bakış açısıyla mümkün olacaktır. Bu bakış açısını kazanmak için mevzuya farklı bir pencereden bakan zihinlerin katkıları pek mühimdir.

Eleştirine gelecek olursak ilk olarak söyleyeceğim şey, kavramları değerlendirirken referansımız olan nokta-i nazarımızı göz ardı etmemek gerekir. Biz bir kavramı tanımlarken sahip olduğumuz değerlerin kaynağını teşkil eden âlem tasavvurumuzdan yola çıkarız. Bu kavram tanımlaması ve üretimi her millet için farklılık teşkil eder, kavramların milletlere özgü olmasını sağlar. Yapılan tercüme faaliyetlerinde bu özgünlüğü sağlıklı bir şekilde aktarmak pek mümkün değildir. Zira dilin sınırları buna el vermez. Ama yine de diğer dilin temsil ettiği kavramı bizdeki anlamına yakın olanıyla temsil ederiz. Burada kavramların temsil ettikleri şeylerin soyutluk ve somutluk derecesi de önemlidir. Zira bir “elma”yı, “ekmek”i çevirmek kolaydır. Çünkü ‘ne’ oldukları aşikârdır tüm insanlıkça. Fakat mevzu daha girift ve soyut kavramlara geldiğinde muhakkak ki birebir çeviri yapmak pek müşkül olacaktır. Mesela bir uç örnek olarak “irfan” kavramını İngilizceye “lore” ya da “knowledge” olarak çevirmek ne kadar sıhhatlidir? Ya da “fetih” kavramı “conquest” kavramı ile ne kadar doğru ifade edilebilir ki?

Gelelim mevzumuz olan “kent-şehir-civitas” kavramlarına. “Şehir” ile “kent”i kıyaslarken esasen yapmaya çalıştığım, bizim algımızdaki “şehir” ile Batının algısındaki “city-civitas” kavramlarını mukayese etmekti. Önceki yazımda bu ayrımı yeterince iyi ifade edememişim... Her ne kadar “kent” de bize ait bir kavram olsa da kullanım derinliği itibariyle aynı kıymete sahip değildir benim için. Bunda beslendiğim kaynakların bu kavramları kullanış biçimleri etkilidir. Hacı Bayram Veli hazretlerinin “Nagehan ol şara(şehir) vardım/ Ol şarı yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş u toprak arasında.” dörtlüğünde kullandığı şar/şehir kavramını rastgele seçtiğini düşünmüyorum. Hacı Bayramı Veli hazretleri bu dörtlüğünde insan-şehir bağlamında bütünleyici bir bakışla (tevhid) temsiliyet kurmuştur. Bu bağlamda şehir kavramının derinliğini kent kavramı bana vermemektedir. Yerleşim yerleri arasında kavramsal olarak ayrım yapmak Kuran-ı Kerim’de de şahit olduğumuz bir durumdur: “Medine-Belde-Karye” ... Aynı şekilde Hicret sonrasında Yesrib, Medine adını almıştır. Benzer şekilde Farabî de yerleşkeleri fiziki çehresinden bağımsız olarak “faziletli ve faziletsiz” olarak ayrım yapmıştır. Şehir için din/ahkam temelinde ayrım yapmak İsmet Özel ve Lütfi Bergen’de de şahit olduğumuz bir durumdur.

“Kent ve Şehir” kavramlarının anlamsal derinliğini ifade ettikten sonra bu bağlamda “City-Civitas” yerine neden kent kavramını “tercih” ettiğim daha kolay anlaşılacaktır diye umuyorum. Yukarıda da bahsettiğim gibi tercümede en yakın anlamlı kelimelerle temsiliyet kurarız. Nokta-i nazar ne ise ortaya çıkan şey de onunla ilişkilidir. Nitekim bir Arap atasözü der ki “her küp ancak içindekini sızdırır”. Modernleşmeyle başlayan kendilik krizimizi, zehirlenen algılarımızın tezahürlerini, açık bir şekilde şehirleşmemizde görmekteyiz. Daha doğrusu bu zehirlenme sonucunda şehirleşmekten ziyade kentleşme derdine düştük. Mukayesemi biraz daha açmak istiyorum.

Medeniyetimiz şehirleri inşa ederken “muhabbet-tevazu-mahremiyet-edep-hürmet-zarafet” vesair tevhid kavramları tecessüm ederken, Batı uygarlığının şehir-kent algısında veya inşasında bu kavramları ne kadar görebiliriz? Bizde, mahlûkata gösterilen muhabbetin göstergesi olan “kuş sarayları” veya “mancacılık” mesleği, mahremiyetin ve zarafetin göstergesi “kapı tokmakları”, tevazunun göstergesi olan “zengin-fakir” mahallelerinin olmayışı; hürmetin bir tezahürü olarak, yapılan evlerin komşunun ışığını kesmeyecek şekilde inşa edilmesi vesairesi tevhidin tecessüm ettiğini kanıtlamak için kâfidir (Savaş Ş. Barkçin). Bunlar yüzeysel olarak baktığımızda gördüğümüz manzaralardan bazıları. Bunların ötesinde hem mimari boyutta hem sosyal hayatta nice güzel manzaralar vardır. Ve tüm bunlara bütünleyici bir gözle bakmak gerekir. Eğer bunu kaçırırsak ve parçalara takılırsak, Batıdan birkaç güzel manzara görünce yanlış kanılara varabiliriz. Bahsettiğim tezahürlerin bizde olup Batının kentlerinde olmaması, onların kentlerinin gayri insani olduğunu göstermez. Onların kent inşalarının bizim şu anki “kent” lerimize nazaran daha muntazam ve insani olduğu aşikardır. Lakin şunu kaçırmamak gerekir: Yapılan medeniyet mukayesesinde,o medeniyetin hâkim olduğu çağda ortaya koyduğu ürünler kıyas edilir. Yani şu an -Savaş Barkçin’in tabiriyle- “koma” halinde olan İslam âleminden şehir örnekleri getirip Batı ile kıyaslamak sağlıklı değildir.

Şunu da söylemek gerekir ki “bizim” diyebileceğimiz şehir algısının tecessüm ettiği devirleri iyi bilmek gerekir. Verdiğim örnekler İslam medeniyetinin son temsilcisi olan Devlet-i Aliyye’de gördüğümüz örneklerdir. 2 asır evvel başlayan âlem tasavvurundaki zehirlenmemiz, son yüzyılda en şiddetli şekliyle yaşadığımız “kendilik” krizimiz hayatımızın her alanında olduğu gibi şehirleşmemizde de derin bir tahribata neden olmuş, “şehir” lerimizin “Müslüman şehri” olarak anılabilmesini imkansızlaştırmıştır. Bu sebeple günümüz Müslümanlarının “yaşam alanını” Batı insanının “yaşam alanı” ile mukayese etmeye çalışmak benim üzerinde durduğum konunun tam olarak anlaşılmamış olduğunu gösterir.

Gelelim, hava kirliliğini örnek göstererek Batılı kentlerin daha temiz olduğunu söylediğin mevzuya. Ben, eleştirimde Batılı kentlerin pis veya çirkin olduklarını iddia etmedim. Bilakis beşerî boyutta, yani taşı toprağı şekillendirmek konusunda pek muntazam ve estetik yapılar ortaya koyabildiklerini itiraf etmiştim. Eleştirimde yapmaya çalıştığım, yapıların beşerî boyutunun ötesinde ifade ettiği anlamları irdelemek; önemli olanın şekil verilen taşın “nasıl” lığından ziyade “ne” için hizmet ettiğini, bizi “nereye” vardırdığını vurgulamaktı. Bunu parça parça görmekten ziyade bütünlüğünü kavramaya çalışmak gerekir.

Yazımda örnek verdiğim bir olgu vardı: İslam şehirlerinin cami eksenli olması. Örnek olarak da Halife Harun Reşid zamanında baştan tasarlanarak inşa edilen Bağdat şehrini vermiştim. Bağdat, merkezde cami bulunan ve sokakların merkezdeki camiye doğru aktığı bir şehir olarak inşa edilmişti. Bu mimari plana benzeyen bir plan da Paris’te vardır. Lakin merkeze konumlandırılan yapı “Zafer Takı” olarak adlandırılan bir anıttır. Yani bu yapı beşerî boyutta kazanılan zafer için yapılan bir anıttır. Yani Yusuf Kaplan’ın söylemiyle “mülk alemine malik olma güdüsüne tutsak” zihniyetin mahsülü… Bulvarların oraya çıkmasının ve o bulvarların geniş olmasının sebebinin, 19. yüzyılda eylemci komünistlerin kolayca püskürtülmesi için getirilen top arabalarının rahatça hareket etmesi ve hedefini kolayca vurması için tasarlandığını malumunuzdur…

Yani dostum, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” demiş Ziya Paşa. Arap atasözünü bir kez daha zikretmek istiyorum. “Her küp ancak içindekini sızdırır.”

Müslümanca çalışan zihnin ürünü diğer zihinlerin ürünlerinden farklı olur. Güzel olandan ne kadar çok beslenirsen o kadar güzel ürün verirsin. Aynı, arıların beslendiği çiçek türlerinin farklılığının ürettikleri balların kalitesini farklı kıldığı gibi…

Eleştirinde kısmen haklı olduğun bir nokta var sevgili dostum. O da şudur ki “İslam medeniyeti” dediğimiz şeyin Müslüman idarecilerin yaşam tarzlarının bir yansıması olması. Burada haklılığın kısmidir çünkü medeniyetin inşasında Müslüman idarecinin rolü olduğu gibi bu inşada esas pay sahibi Müslüman toplumun ta kendisidir. Nitekim yukarıda saydığım örneklerin hemen hepsi toplumun ürettiği değerlerdir. Esas kaynağı da unutmamak gerekir ki bu “Kur’an” ve “sünnet”tir…

Gelelim “medeniyet-uygarlık-civilisation” bahsine. “Civilisation”un çıkış noktası dediğin gibi “altlık-üstlük” ilişkisidir; Batı, barbar(!) olan “öteki” üzerinden kendini tanımlamak ve “öteki”nin sahip olduğu kötü vasıflardan kendini tenzih etmek için bu kavramı ortaya atmıştır. Buna karşılık bizde evvela “temeddün” sonra “medeniyet” kavramı üretilmiştir. Zamanla bu kavramlar farklı anlamlara bürünmüştür. Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nda "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” derken medeniyete menfi bir anlam yüklemeyip tam aksine medeniyet gibi bir kavramı batıya yakıştıranları tenkid ettiğini düşünüyorum. Bilakis bir başka şiirinde de şöyle der:

Kim demiş Avrupa insanı medeni?
Ne edep var ne haya, çırılçıplak bedeni!
Eğer medeniyet açıp saçmaksa bedeni;
Desenize hayvanlar bizden daha medeni!

Burada “medeniyet” kavramını çoktan “tevarüs” etmiş, kavramı içselleştirmiş ve kavramsal boyutta üzerine yeni müspet bir anlam giydirmiştir. Yani bir nevi “temellük” etmiştir diyebiliriz. Dolayısıyla “medeniyet” kavramı “civilisation” kavramının kaderine tabi değildir.

Eğer kendimize ait bir dünya tasavvuru ortaya koymak istiyorsak evvela anlam dünyamızdaki kavramları tasfiye etmek gerekir. Zira, Yusuf Kaplan’ın da dediği gibi:

“Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız”

Kaynaklar
Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Sen de bir yorum yaz
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak.

En Çok Okunanlar

01




02




03




04




05




Sizin İçin Seçtiklerimiz






Tıbbiyeli Dergi















Son Yorumlar