İnsan - Gezme, Görme, Zikretme
Havasıyla, toprağıyla, insanıyla gri rengin vücut bulmuş hali Ankara’da, nispeten sıcak bir kış günüydü ve ben yine fakültedeydim. Aslında derslere pek katılım göstermezdim. Gerek derslerin işleniş usulü, gerek kapalı mekanda hareket etmeksizin oturmak, gerekse dersleri kendi başıma öğrenebilme fırsatı beni okula gitmekten alıkoyuyordu. Böylelikle ben de arta kalan vakitlerde hem dünyam hem de ahiretim için çok daha faydalı işlerle meşgul olabiliyordum. Bazen spor yapardım, bazen Ankara’yı gezerdim, bazen memleket turları yapardım. Bazen de ibadetle ve sohbetlerle vaktimi değerlendirirdim.
Çoğunlukla neredeyse sabahın ilk ışıklarında başlayan derslerimiz, gün dönene kadar devam ediyordu. Uzun, karışık, ezber gerektiren zor konular çeşitli hocalar tarafından anlatılıyordu. Tüm gün sandalyede oturmak beni içten içe sıkmasına rağmen devamsızlığım biraz fazla olduğundan ara sıra amfide görünmeye dikkat ederdim. Bugün de dikkat ettiğim günlerden biriydi. Genellikle öğle yemeğine kadar bekler; yemeği yedikten sonra da gözümüzün nuru namazlardan öğle namazını kılıp okuldan ayrılırdım. Biraz yürüyüş yaptıktan sonra yurda dönerdim. Bu yürüyüş esnasında birçok şey düşünürdüm. Yanımdan akıp giden insan selinden tutun da çifter şeritli yolun ortasına dizi dizi sıralanmış kahverengi gövdeli yeşil saçlılara, sürekli bir şeyler yiyen yürüdükçe başı bir öne bir arkaya sallanan, şaşkın ama sevimli, masum güvercinlere, hızlı hızlı giden teknoloji harikası arabaların eskimiş asfalttaki gürültüsüne kadar çok mevzu hakkında kendimce birtakım çıkarımlarda bulunurdum ve her şey için Allah’a hamd ederdim. Tabi insanların halini gördükçe de tövbeyi dilimden düşürmezdim.
Gerçi ne hamd ne tövbe hiçbir durumda unutulmamalı ve her zaman dillerde tekrarlanıp gönüllerde yer edinmelidir. Ne kadar kötü şartlar altında olsak da sürekli Allah’a hamd, ne kadar masum olduğumuzu düşünsek de sürekli tövbe etmek önem arz eden amellerdendir. Sabrın aslı hadis-i şerifte bahsedildiği üzere; belanın geldiği ilk anda gösterilendir.
Hamd, Allah’a şükrün dışavurumu olup elde ettiğin veya edemediğin her şey için razı olmak ve bundan dolayı Allah’a teşekkür etmektir. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ilk suresinin ilk ayetinin Bismillahirrahmanirrahim, ikinci ayetinin Elhamdulillahirabbilalemin olması bize çok şey anlatıyor. Nitekim Efendimiz aleyhissalatu vesselamın “Allah’a hamd ile başlanmayan önemli her iş, bereketsizdir.” (Ebu Davud, Edeb, 18) sözü de buna işaret eder.
Tövbe ise yaptığımız her yanlıştan pişmanlık duyarak Allah’tan af dilemek, bunları tekrarlamayacağımıza dair söz vermektir. Küçük büyük, işlediklerimiz işleyeceklerimiz, açık gizli her günahımızdan af dilemek hepimizin en büyük vazifelerindendir. Fatiha suresinin üçüncü ayeti de tövbeyle ilişkilidir. Rahman ve Rahim olan yüce Allah’ın affına nail olmak istiyorsak, duaya ve tövbeye sarılmamak neyle açıklanabilir?
Sabır, cennete götürür. Hüsranda olmayan insanın vasıflarındandır. Fatiha suresinin beşinci ayetini de sabırla ilişkilendirebiliriz. Zira yalnız Allah’a ibadet etmek ve yalnız O’ndan istemek, dini bir vecibeyi ifade etse de bunu gerçekleştirebilmek için tevekkül, dolayısıyla sabır gerekiyor.
Hayatta hangi ahval ve şeraitte olursak olalım namazı asla ihmal etmeyen bizler, zikri de hiçbir zaman dilimizden düşürmemiş oluyoruz. Şimdilik sabahın ilk ışıklarına, kendim dahil öğrencilerin ezici çoğunluğunun uyku semesinde bulundukları o ana geri dönelim.
Tabii anlatılan dersin konusunun sıkıcı ve ağır oluşu en enerjik, deli dolu insanın dahi uykusunu getirir. Hele ki yeni uyanmışsak, ortam sıcak ve hafif karanlıksa işler iyice zorlaşır. Ben de dersleri dinlemeye çok can atan biri olmadığımdan, sonum kaçınılmaz oluyor tabi. Lisede de böyleydi. Yakın arkadaşımla ne zaman öğle yemeğinde ayran veya benzerini tüketsek, öğleden sonra hissettiğimiz uyuşukluk hali bizi neredeyse akıldan yoksun hale getirirdi.
Amfinin hafif kirli pencerelerinin kirli yeşil renkte binaya bakıyor oluşu, ortamı daha karartıyor ve hocanın hiç kendini yormadan, monoton sesle ders işleyişi beni iyice daraltıyordu. Kaloriferlerden yayılan sıcak hava dalgalarıyla da iyice ısınan ortam beynimi uyuşturuyordu. Ve nihayet beklenen oluyor; göz kapaklarım artık direnemiyor, kulaklarımda hocanın hep o aynı sıkıcı sesi, başım masanın üzerinde yastık yaptığım kollarıma düşüyor. Ara sıra hocamızın sesi kulağıma gelse de ben artık bir şey idrak edemiyorum. Bir yandan hocanın sesi, bir yandan da bilinçaltımda kalan görüntülerle ilginç anlar yaşıyorum. Hem uyuyor hem de uyumuyorum ve rüya görürken dünyayı işitiyorum. Derken uğultunun hafiften başlaması teneffüsün habercisi oluyor. Başımı kaldırdığımda yanılmadığımı görüyor ve silkinerek kendime geliyorum. Sınıf arkadaşlarımdan kimi sınıfta oturup muhabbet etmeyi tercih ederken, kimi çay kahve kuyruğuna giriyor, kimi de hava almaya dışarı çıkıyordu. Ben de Yavuz ile beraber dışarı çıkanlardan biriyim. Havanın nispeten sıcak olduğuna aldırış etmiyorum çünkü burada kışın sıcak günü yine de soğuktu. Okulun dış kapısını açtığımızda içeri dolan, yüzümüze çarpan ve ciğerlerimizi şenlendiren o hafif soğuk rüzgarla arkamızda varlığını hissettiren okulun ısıtıcısından sırtımıza vuran sıcak hava bende farklı duygular uyandırıyor. Tam olarak ne hissettiğimi bilemesem de farklı, güzel şeyler duyduğumu söyleyebilirim.
(...)