Hasta Tabip
Eşinin ve dördü kız olan yedi evladının saman yığınları üzerinde uyuduğu mağarasından ağır ve düşünceli adımlarla çıktı. Gecenin karanlığı; gün boyu Güneş’ten aldığı ışığı şimdi yansıtan Ay’ın çabasıyla birazcık dağılıyordu. Mağarasının bulunduğu tepeden aşağı yavaş yavaş inmeye başladı. Dışarıdan biri uyanıp kendisine baksa; ayağına bir şey batmaması için dikkatlice yürüyen, saçı sakalı birbirine karışmış, uzun boylu ve yapılı vücutlu yarı çıplak bir beden görecekti. Oysa kendisi sanki hiç orada değil gibiydi, kafası çok karışıktı. Bir sürü şey düşünüyor, aklıyla çok farklı dünyalara dalıyordu ancak bedeni bunu hiç de dışarı yansıtmıyordu.
Bulutların zaman zaman Ay’ın önüne geçerek ışığı kesmesiyle etraf zifiri karanlığa boğulduğunda, daldığı düşünce deryasından birazcık kurtuluyor, kalbi beynine baskın geliyor, korkusu düşüncelerinin yerini alırken düşüncelerine korku hakim oluyordu. Yine de alışıktı. Ne de olsa geceleri hayat hep zifiri karanlıkta geçerdi.
Gece nadiren dışarı yalnız çıkılırdı. Geceleyin yapılması gereken işleri birkaç kişi beraber yaparlardı. Aksi takdirde göremedikleri bir kuyuya düşebilir, ayakları çukura takılıp burkulabilir, çıplak ayaklarına uzun ve sert dikenler batabilir ve hatta daha kötüsü, vahşi bir hayvanla karşılaşabilirlerdi. Gündüz olsa o hayvanı öldürmek kolaydı, zira herkeste ya ok ve yay ya da kılıç olurdu ve herkes vahşi de olsa bir hayvanı nasıl etkisiz hale getirebileceğini iyi bilirdi. Daha çocuklukta öğretilirdi bunlar. Şimdi kendisi yanına herhangi bir silah da almamıştı. Ya unutmuştu ya da ağırlık taşımak istememişti. Mağarasından çıkarken buna hiç dikkat edememişti. Zira kafasının içindekiler her şeyden daha ağırdı.
Kafasını kurcalayan şeyi çözebilmek için, etrafındaki akrabalarının ve diğer insanların çeşitli hastalıklarını tedavi ettiği tepeye çıkacaktı. Bu tepe, üzerinde bulundukları adanın neredeyse en güzel yeriydi. Göz alabildiğine uzanan ve sonsuz olduğunu ileri sürdükleri önce açık, sonra gitgide koyulaşan mavi okyanusa bakan manzarası; daha aşağı seviyelerden köken alan uzun, kalın gövdeli ağaçların ve yan taraflardaki kocaman ağaçların şekilli ve kocaman yapraklarıyla çerçeveleniyordu. Gündüzken birden çok kanatlı hayvanın uçuştuğu ve ötüştüğü çok güzel bir yerdi. Ağaçların yaprakları burayı fazla sıcak ve soğuktan da koruyordu. Gerçekten de çok güzeldi burası. Akrabalarını ve diğer komşuları tedavi etmek için burayı tercih etmesinin nedenini tam bilemese de renklerin ve seslerin bir cümbüş oluşturduğu bu mevkiinin hastaları daha iyi ve hızlı iyileştirdiğini düşünürdü. Şimdi de kendisi düşüncelerinden hastalanmış bir halde buraya gelecekti, belki iyileşir diye…
Ağaçların arasından zikzak çizerek, yanlış bir şeye basmasın diye bakışlarını yere iyice odaklayarak, zaman zaman da başını kaldırıp etrafta herhangi bir hayvan tehlikesi var mı diye yoluna devam ederken Ay’a teşekkür ediyordu. O olmasa ışık da olmayacak, ışık olmayınca önünü ve etrafını göremeyecekti. Ne ilerleyebilecek, ne geldiği yoldan geri dönebilecek ne de kendini zararlardan koruyabilecekti. Sonra düşündü. İçinde yaşadıkları mağaranın bulunduğu tepenin zirve noktasında yaşayan ve gece gündüz gökyüzünü bazen yatarak bazen de ellerini içinden kalın bir çubuk geçecek şekilde açık yumruk yaparak seyreden, “deli bilge” dedikleri bir adamın sözleri zihninde yankılandı. O, Ay’ın ışık yaymadığını ama Güneş’ten ışık aldığını söylüyordu. Kimse onu dinlemezdi, herkes ona deli muamelesinde bulunurdu ama herkes onun bir şeyler bildiğini düşünür ve dediklerini dinlerdi. Kendisi de diğerleri gibi bu bilgeyi pek saymasa da dediklerine kulak kabartmaktan duramazdı. Eğer dedi, dediği doğruysa o zaman benim Güneş’e teşekkür etmem gerekir. Güneş olmasa ışık da olmayacak, ışık olmayınca Ay da ışık vermeyecekti. Teşekkürün sahibi Güneş olmalıydı. Ayağını burkabilecek bir çukurun üzerinden atlarken aklına başka bir şey geldi. Asıl teşekkür sahibi ışık değil miydi? Çünkü ışık sadece Güneş’ten gelmiyordu. Ay da ışık veriyordu, ateş de ışık veriyordu. Hatta bazı böceklerin bile ışık verdiğini hatırladı. İşte, şu an gerek ağaçlarda gerekse yerlerde, toprağın ve çimlerin üzerinde küçük küçük ışıklı noktalar onların ışıklarıydı. Asıl teşekkür ışığa idi. Evet, ışığa borçluydu.
İyileştirici mevkiye sahip olan tepeye tırmanmaya başladı. Bir kedi gördü; cam gibi parlayan, fal taşı gibi açılmış gözleriyle korkarak kendisine bakan. Gülümseyerek başını okşamaya giderken kedi hemen hareketlenip kaçmıştı. Onun arkasından bakarken gözüne bir hayvan çarptı. Vaşak. Onun da gözleri cam gibi parlıyordu, az önceki korkak kedi gibi. Ancak bu hayvan ona korkarak değil, düşmanca bakıyordu. Silahını yanına almadığına bin pişmandı şimdi. Gündüz vakti de bunlarla karşılaşılardı ama vaşaklar kendilerinden kaçarlardı; çünkü silahların ne yapabileceklerini iyi biliyorlardı. Kedi korkaktı ve kaçmıştı ama bu vaşak, korkmayan ve saldıran bir kediydi. Vaşak dikkatlice süzüyordu adamı, tehlike arz ettiğini algılasa sıvışacaktı. Biraz bekledi, iyice süzdü, anladı ki görünüşe göre adam, kendisine hiçbir şey yapamayacaktı.
İkisi birbirine, biraz sonra ne olacağını merak edercesine bakarken bulutlar Ay’ın önüne geçti. İşte zifiri karanlık geri gelmişti. Adam şimdi iyiden iyiye korkmaya başladı. Küçük ama dolambaçlı, karanlık evindeki çocuklarını ve eşini düşündü. Her birinin siması gözünün önünden geçti. Burada ölürse ne yapardı, onlar ne yaparlardı? Ne onlardan ayrılmak ne de onları yalnız bırakmak istiyordu. Henüz bebek olan kızı aklına geldi. Bugün nasıl güldüğünü düşündü. Kendini toparladı, savaşa hazırlandı ve vaşaktan gelecek seslere kulak kabarttı. Bir an evvel ışığın gelmesini bekliyordu. Yavaş yavaş gözleri karanlığa alışınca vaşağı çok hafif seçebildi. Hem kulaklarını hem de kısıtlı görüşünü vaşak üzerine yoğunlaştırdı. Hayvanın gözleri parlıyordu. Adamın da gözleri parlıyordu.
Vaşak vazgeçti, arkasını döndü ve uzaklaştı. Adam tehlikeden emin oluncaya değin vaşağın gidişini izledi. Fena rahatlamıştı. Bedeninden terler boşalıyordu. Ah, dedi, ah Allah’ım. Birden gözleri açıldı, eliyle ağzını tuttu. Sanki bir ateş dudaklarını yalamıştı, dilini böcekler ısırıyordu. Kalbi güm güm atmaya başladı. Bedeni, başı titriyor ve tekrar terliyordu. Allah demişti. Allah’ım deyivermişti.
Allah diye bir sözü ilk defa, bu tepenin ardındaki yokuşun orta bölgelerindeki bir mağarada yaşayan bir adamdan duymuştu. Bu adamı tanıyordu. Eskiden çok güvenirdi ona, hatta adanın en güvenilir insanıydı. Herkes severdi onu. Herkesin yardımına koşan, daima güler yüzlü, şekerden tatlı çocukları olan bir adamdı. Herkes onu sever ve sayardı. Birkaç zaman önce bir arkadaşına yardım ederken ağaçtan düşmüş, kolunu ve bacağını kırmıştı. Tedavi olmaya kendisine getirdiklerinde hiç mızmızlanmamış, kemikleri düzeltilirken diğerleri gibi küfürlerle haykırmamıştı. O zamandan anlamıştı bu kişinin farklı olduğunu. Akrabaları bu güzel adamı sıkıştırmış, kendisinin ağaçtan düşmesine sebep olan kişinin kol ve bacağını kırmaya ikna etmeye çabalamışsalar da adam hayır demişti. Onun suçu yok, diye eklemişti. Ada sakinlerinin hiçbirinin bu adama benzemediği hem tedavi olurkenki davranışlarıyla hem de uğruna kol ve bacağını kırdığı arkadaşını korumasıyla kesinleşmişti.
Şimdi ise ona da deli gözüyle bakılıyordu. Taptıkları tanrıları reddetmelerini, kudret atfettikleri her şeyin yaratıcısının Allah diye bir varlık olduğunu söylüyordu çünkü. Birkaç şey daha ekliyordu ancak en çok bu noktaya yoğunlaşıyordu.
İnsanları tedavi ettiği tepeye çıkan adam, onun zırvaladığını söylese de içten içe ona hak veriyor gibiydi. Bunu kendine itiraf edemiyordu ama o adam doğruyu söylüyordu. Onun kendi içlerindeki en iyi insan olduğunu, tedavi ettiği en mülayim kimse olduğunu, en güzel işlerde hep en önde olduğunu biliyordu. Oysa kendilerine yere, göğe, okyanusa, ateşe, ışığa, toprağa, geceleri gökyüzünde nokta şeklinde parlayan şeylere -bilge adam bunların da Güneş olduğunu söylüyordu- ve daha nicelerine tapmaları gerektiğini ve onların her birinin tanrı olduğunu söyleyenler ya bu kişiden daha kötü insanlardı ya da anne ve babalarıydı. Bir şeylerin yanlış olduğunu şu yaşına kadar biliyor ancak itiraf edemiyordu. Bu adamın Allah’tan bahsetmesi ve kendisinin onun elçisi olduğunu söylemesi, yıllardır aradığı anlam arayışında bir dönüm noktasını oluşturmuştu. Uzun zamandır aklını Allah kurcalıyor, bir çıkış yolu arıyordu. Yanlış bir şeyler vardı. Zaten pek değer vermediği tanrılara soy ve çevre baskısıyla tapıyordu.
Anlam, Allah ile beraber geliyordu. Hayatın anlamı, hayata dair sorular Allah ile anlam kazanıyordu. İnsanları tedavi etmesi, Allah’ın var olduğunu düşünmesiyle çok daha güzel ve anlamlı hale geliyordu. Az önce ışığa teşekkür ederken karşısına vaşağın çıkması ve ışığın onu terk etmesi, ışık diye bir tanrı varsa eğer kendisini yalnız bırakmaktan hiç çekinmediğini gösteriyordu. Hem ışık eğer kudretli olduğu için tanrıysa, bulutlar ona nasıl engel oluyordu? O zaman bulutlar da mı tapılasıydı? Elçi olduğunu söyleyen adam, her şeyin yaratıcısının Allah olduğunu ve onu ise hiç kimsenin yaratmadığını söylüyordu. Onun hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, bilakis yaratılmış her şeyin ihtiyaç sahibi olduğunu ekliyordu. Tüm söyledikleri birbirine kemik-eklem-kemik gibi oturuyordu.
Vaşaktan kurtulunca gayriihtiyari Allah demesi, kendisini fena etkilemişti. İçinde kendine itiraf edemediği şeyler artık inkar edilemez hale gelmişti. Elçi şu an burada olsa belki şöyle söylerdi, diye düşündü. Vaşaktan seni kurtaran da Allah’tır, vaşağın sana saldırmasına müsaade eden de O’dur. O sana her şeyden, hatta senin kendinden bile daha yakındır. Bunun farkına var ve her zaman O’nunla birlikte olduğunu anla artık. O hep seninle. Ölsen de O’nunlasın, kalsan da.
Hastaları tedavi ettiği mevkiye ulaştı. Şekilli ağaç yapraklarının gündüz yeşil, gece neredeyse siyah renkte çerçevelediği deniz manzarası, şimdi de gökte yusyuvarlak parlayan Ay’ın ışıklarını üzerinde dalga dalga taşıyordu. Parlayan küçük Güneşlerin de, ışığı yansıtan Ay’ın da, Ay’ı üzerinde dalga dalga taşıyan okyanusun da, yapraklarıyla çerçevelediği bu manzarayı görmesini sağlayan gözlerinin de yaratıcısının Allah olduğunun farkına vardı. Yarın dedi, elçinin kendisine inananlarla beraber çıkıp namaz diye bir şey kıldıkları tepeye ailemle beraber ben de çıkayım, biz de namaz kılalım.
Gülümsedi. Yan mağaradaki terzi kendi söküğünü dikememişti ama hasta tabip ilacını bulmuştu.