Münzevi Düş(üş)ler ve "Huzursuz Bacak"Münzevi Düş(üş)ler ve "Huzursuz Bacak"

Münzevi Düş(üş)ler ve "Huzursuz Bacak"

Kendimi bildim bileli bulutlara dair ayrı bir sevgi vardır içimde. Bulutları seviyorum; nedenini elbette biliyorum. Kıyıda köşede kalmışa, itilmiş kakılmışa, en güzel hayallerini dillendirirken susturulmuşlara ve mazlumlara olan sevgimden pek de farklı sayılmaz bu sevgimin nedeni. Hiçbir zaman ön planda yer almaz hiçbiri. Misalen Güneş’e ve Ay’a tapanları duymuşluğum vardır ama nedense bulutlara tapan birilerine hiç rast gelmedim. Yanlış anlaşılmasın, bulutlara tapılsın istemem. İnsanların nesneleri ilah edinmelerinin nedenlerinden biri de; inandıkları nesnelerin fayda sağlıyor oluşu ve bununla birlikte eşsiz oluşu olsa gerek. Bulutlar da faydaya (yağmur) elçiler lakin eşsiz olmadıklarından olsa gerek, ilah edinilecek kadar değer görmüyor insanlar tarafından. –Peki, bulutların vesile kılındığı yağmurlar için ne demeli?–

Bulutları seviyorum. Bazı zamanlar onların da biz insanlar gibi duyguları var gibi geliyor bana. Nereden mi biliyorum? Bazen o kadar ak oluyorlar ki idrak kapasitemi zorluyorum varlıklarını seçebilmek için. Böyle günlerde çok huzurlu ve neşe dolu olduklarını da biliyorum; yerlerinde duramıyorlar bir türlü. Onları böyle görünce istemsizce ben de mutlu oluyorum, etrafıma neşe saçıyorum. Bazen de kapkara oluyorlar neredeyse. Lakin içlerindeki güzellik onların tamamen kararmasına izin vermiyor hiçbir zaman. Böyle zamanlarda ise içlerinin sıkıldığını, dertlerinden neredeyse öleceklerini ve bir o kadar üzgün olduklarını da biliyorum. Tıpkı bizler gibiler sahiden. Bazıları içine ağlıyor, bazıları taşıp şimşekler çakıyor, bazıları ise en zarif gözyaşlarını tutamayıp yeryüzüne serpiştiriyor. Bir de pembe bulutlar vardır, bilmem denk gelmişliğiniz var mıdır hiç? Kime sorsanız utandıklarından olsa gerek bu renge bürünmüş derler. Bir zamanlar ben de böyle düşünüyordum. Fakat şimdi sorsanız cevabım gönül rahatlığıyla şu olur: tek kelime ile mahcubiyetlerinden. –Aramızda kalsın, bana da bir saksağan söylemişti bunu.- Bulutları seviyorum; bir nedeni olmasına da gerek yok.

Bulutlar hepimize çok yakın. Hepimizin ta yanı başında. Her "gün" kullandığımız yollar gibi, yollardaki evler gibi, evlerdeki insanlar gibi, insanlardaki acı gibi yakınlar bize. "Gün" kelimesi hep aynı lakin içini dolduran bizler hiçbir zaman aynı değiliz. "Fotoğraf değişirken insanlar da değişiyor." Eninde sonunda değişmek hepimizin kaçınılmaz sonu oluyor. Önce biz değişiyoruz, sonra çevremiz. Gidenler değişiyor, kalanlar değişiyor, dönenler değişiyor ve hatta değişmek dahi değişiyor. Son olarak da "gün"ler değişiyor. Kısacası hayat, kendisine baktığımız çerçevede şekilleniyor her birimize. Lakin bizler de değiştiğimize göre hayata bakış açımız da değişiyordur bir yerlerde. Mesela kendimi bildim bileli bulutları sevdiğimi söylemiştim. İlk günkü sevgim ile bugünkü sevgim aynı olmasa gerek söylediklerime göre. O eski, samimi, katıksız sevgime geri dönmek istiyorum ama aradığımı tam anlamıyla elde edemiyorum. Sanırım nerede hata yaptığımı yeni yeni keşfeder gibiyim. Hepimizin çevresinde geçmişe hasretler içinde yanıp tutuşan, geçmişte yaşadıklarını anlata anlata bitiremeyen, nerede o eski ramazanlar diyen sevdiklerimiz vardır muhakkak. Bu değerli büyüklerimizin büyük bir kısmını şu an içinde bulundukları halleri ve sahip oldukları düşünceleri ile geçmişlerine gönderme imkanımız olsaydı bile bulmayı umdukları hasreti bulacaklarını düşünenlerden değilim. Çünkü geçmişe döndüklerinde o eski kendi düşündükleri kişiler olamayacaklardır zannımca. Çünkü geçmiş de içimizde; yarın da, sevgi de, bulutlar da ve hatta değişim de içimizde. Kendimizin yanı başında, kendimize hasret kalmışız esasında: "Men ta senin yanında hasretim sana."

Değişmekten söz etmişken üniversite okumaya başladıktan sonra bende oluşan tuhaf bir hissiyattan söz etmeye çalışayım biraz. Hani ayakkabınıza taş girer de rahat edemezsiniz ya, işte hemen hemen öyle bir hissiyat. Biraz da beni münzevileştiren bir duygu karmaşası. Şu ana kadar hissettiğim şeyin tam olarak ne olduğunu kimselere anlatabilmiş değilim. En kısa yoldan şöyle diyorum artık: "Kalabalıklardan korkuyorum." Tabi bu iki kelime –abartmış gibi olmayayım- hislerime sadece başlık olacak düzeyde kalıyor çoğu zaman. Sanırım sorun bende; anlatamıyorum kendimi. –Gerçi dinlemeye hevesli pek kimseler de yok ortalıkta ama olsun. Ruknettin’in şairinin dediği gibi: "De ki; bulunur elbet iyi bir hal üzre kaybolan kişi." diyerek teselli buluyoruz zaman zaman.

Kalabalıklardan korkan diğer insanların korkma sebeplerini bilemiyorum lakin benim korkumun sebebi şurada başlıyor sanırım: bir sürü ama bir sürü insanın olduğu ortamlar beni sürekli düşünmeye zorluyor. Bu düşünceler beni öz benliğime, acziyetime, yegâne olmayışıma, mahlûk oluşuma, herkes gibi bir gün öleceğime ve ahirete sürükleyen düşünceler silsilesi oluyor galiba. Düşünsenize aynen ve tıpa tıp sizin gibi bir sürü insanın var olduğunu. Her birinin sizin gibi birer beşer, birer insan olduğunu; sizin onları dışarıdan gördüğünüz, yargıladığınız gibi onların da sizi görüp yargıladığını. Çok tuhaf gelmiyor mu size de, biraz da korkutucu? "Ah bu insanoğlu, nasıl bir bilmece."

Şimdi bu iki farklı konuyu nasıl birbirine bağlayacağımı düşünüyor olabilirsiniz. Ben de düşünmüyor değilim esasında. Bir kitap okumuştum. Okuyanınız varsa bilir. Hikâyeyi anlatan başkahramanımızın dertlenmiş olduğu bir konuda, canını sıkan herhangi bir haber aldığı vakit bacağına huzursuz edici bir tıklama giriyordu. O durumlarda dayanamayıp, kalkıp yürümeye başlıyordu. Benimki de tam olarak olmasa bile böyle bir şey. İçim daralmıştı, düşüncelerim beni sıkboğaz etmeye başlamıştı, uzunca vakittir elime kalem değmemişti, kalbime huzursuz edici bir tıklama gelmişti; ben de kalktım, içimden ne geliyorsa yazdım. Yürümek gibi bir şeydi yaptığım. Hepsi bu kadar aslında.

O kadar bir şeyler karaladık, eh, bir de ezcümlemiz eksik kalmasın madem: "Anadolu kökenli esnaflar", "hayat mektebinde ezile ezile okudukları için liseyi çift dikiş gidenler", "annesi parfüm kokanlar", "mücahitken müteahhit olanlar", "ikinci el bir hayata evet diyenler", "kentin dönüşümünün sadece mekana makyaj yapmakla olmayacağını dillendirenler"… “Kalabalıkta kimsenin yüzü kendinin değildir, bilirsiniz.”

Dipnotlar

İtalik yazıların tamamı Mustafa Kutlu’ya ait “Huzursuz Bacak” adlı eserden alıntılanmıştır.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Sen de bir yorum yaz
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak.

En Çok Okunanlar

01




02




03




04




05




Sizin İçin Seçtiklerimiz






Tıbbiyeli Dergi















Son Yorumlar