Ölüm ve Hastalığa Dair
“Ah! Ölüm olmasaydı halimiz ne olurdu?” diye, hüzünlü bir ses işittim. Bu ses, yıllardır takı gibi taşıdığı tebessümüyle, ak sakalı ve beyaz takkesiyle bir dedeye aitti. Bu sözü işittiğimde duyduğum ürperti, heyecan, muhabbet ve tatlı sızıyı hiçbir müzik hissettiremezdi. Ürperdim, çünkü ölümün üstünü örtecek bir sürü dünyalığım bir anda eriyip gitti. Acizliğim ve gafletim tüm çıplaklığıyla önüme serildi. Heyecanlandım çünkü böylesine hikmetli sözlerin ve hüzünlü ezginin kulağıma çalınması tesadüf değildi. Demek, daldığım uykunun bir dipsiz kuyu olduğu hatırlatılmak istenmişti... Muhabbet duydum çünkü, beni uyandıran bu ses ne kadar hüzün taşısa da o kabuğun altında müthiş bir muhabbet vardı. Eğer bir yürekten muhabbet taşıyorsa, muhatabının gönlünde hoş bir yankı bırakmaması mümkün değildir. Biz de nasiplendik.
Tekrardan ölümü tefekkür etmeye başladım. Tekrar diyorum çünkü ölümü düşündüğümü ve hatta ölüm korkusunu aştığımı sanıyordum. Meğerse üstünü örtüyormuşum... Kendimi, hazır olduğuma inandırmaya çalışırdım. Sanki bunu yaptıkça ölümü uzak tutuyordum... Ne kadar trajik değil mi? İnsanım ben de. Tam düşecekken çürük daldan dahi medet uman insan…
Tekrar başladım düşünmeye. Ama bu sefer farklıydı. Perdeler eriyor ve ölümün hakikati yüzüme çarpıyordu. Bu o kadar şiddetliydi ki ne engin dağların zirveleri ne de zerreciğin delikleri beni saklayamazdı. Kendimi faniliğin çıplak hakikatine hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Oysa ne kadar çok eşyam vardı. Beni seven dostlarım, asla beni yalnız bırakmayacak ailem, edindiğim başarılar ve itibar… Hiçbirini o an yanımda göremedim. Hepsi birer sanrıymış. Hepsi birer avuntu… Hiç bu kadar yalnız ve çıplak hissetmemiştim. Ama işte o ezgi var ya... İşte yalnızca o ezgi bana teselli oldu. Elimden tuttu ve kaldırdı. Eğer ölüme tebessüm edersem onunla dost olabileceğimi söyledi sanki… Tüm sanrılarımdan, tüm prangalarımdan ve tüm acılarımdan azade olacağımın muştusuymuş bu ölüm dediğimiz şey.
"Kapı kapı bu yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!"
Gam ile yoğrulan insan çamuru, ruh ile müşerref olup bu sürgün diyarına gönderildiğinden beri bir ney gibi inleyip dururmuş. Her renkten sesle doldururmuş tüm mekânı. Bu sesler o kadar çokmuş ki insan cazibesine kapılıp niçin buralara geldiğini unuturmuş. Bu sürgün yeri,bu pıtraklı diyar, bu makyajlı perdeler… Hepsi birer sanrıymış meğer.
İnsan her ne kadar balçıktan yani su ve topraktan olsa da asla o toprağa tekrar dönmek istemez. Ne garip değil mi? İşte buna insan denir. Güneşin balçıkla asla sıvanamayacağını bilse de yine de toprak biriktirmekten geri durmaz. Sonra bu toprak ile kuleler yapar. Kendi hapishanesini kendisi ören canlıdır insan. Her şeyi yapar güneşten kaçabilmek için. Fakat insan gölgesinden kaçabilir mi?
Aciz varlıktır insan. Bedeninde ne zaman bir arıza çıksa hemen endişelenir. Bazen şiddetli tepkiler verir. Hastalığın mahiyetine göre değişen bu tepkinin altında yatan asıl sebep, işte bu ölüm korkusudur. İnsan bunun farkında olsa da olmasa da çoğu zaman hastalıktan şikâyet eder.
Belki de insan için bu kadar gaddar olunmamalı. Nihayetinde eşref-i mahlukat olarak yaratılmıştır. Zübde-i Alem’dir bu canlı. Ama aynı zamanda esfel-i safilin olabilecek varlıktır. Öyleyse insandan çıkıp “insanlara” bakmak gerek. Her renkten her makamdan insan var bu diyarda. Kimisi perdelere meftun olsa da kimisi de onu yırtmak ister: Bunlar engin denizlere dalmak isteyenlerdir. Denizde fena bulup aşıklar kervanına katılmak isteyenlerdir
Öyleyse bize düşen de ruhumuzun karanlık dehlizlerinden kâinatın ebedi denizlerine açılmaktır…