Tatsız Tuzsuz Kelimeler
Anlamlandırmak için isimlendirmek, isimlendirerek anlamını yitirmek... Bildiklerimizi anlamlandırabilmek için kullandığımız “kelimeler” anlam yitimine neden oluyorsa, bu konu konuşmaya değerdir. İsmin altında yatan güzellik, güzelliği göstermesi gereken ismin arkasında kayboluyorsa; durup düşünmemiz gerekir. Bu yazımızda hayatı durdurup, tefekkür edeceğiz.
İnsan için garip bir kelime vardır: Alışmak. Kendisi değil de manasının tezahürü bir gariptir. İnsan elde ettiği bir işi, aşı, hatta eşi; elde etmeden önceki kadar arzulamıyor, ilgi göstermiyor hatta düşünmüyor. Çünkü alışıyor. Bu şuna benziyor. Tahta çubukları birbirine sürterek ateş yakmak istiyorsun. Yakabilecek misin bilmiyorsun. Ama o kıvılcımı başlatabilmek için belki de saatlerce uğraşıyorsun. Heyecanla, sabırla, istekli bir şekilde, yorulmadan ve gitgide daha fazla çaba sarf ederek çubukları birbirine sürtüyorsun. Sonunda duman çıkıyor, kıvılcım oluşuyor ve ateşini yakıyorsun. Ateşin yanında güzel bir zaman geçiriyorsun. Ateşin varlığına ve sıcaklığına alışıyorsun belki de. Eğer ateşe bir odun atıp köşeye çekilirsen, ateş söner. Evet, kötü olan alışmak duygusu değil, çünkü fıtratta var. Kötü olan, o duyguyu tutuşturmamak.
Kelimeler de böyledir, bir ateş yakar zihnimizde.
Besledikçe fikrimizle, kelimeler tutuşur kalbimizde.
Vesile olur şükrümüze, yanık kelimeler olur zikrimizde.
Yakarız dünyayı, ateş oluruz sulanmamış beyinlerde.
Bu ateşi harlamazsak, kelimeler kül olur zihnimizde.
Küllerinden doğmak isteyene, istediği şey tefekkürde.
Yazımın ikinci kısmında büyük bir nimetin anlamını ve büyüklüğünü, isim vererek küçültmek ve göz göre göre kaybetmek konusunu tıbbî bir örnekle açıklamak istiyorum.
İnsanın hayatı boyunca en fazla yaptığı ve yapmaya alıştığı ama hakkında en az düşündüğü, en az bilgi ve hüküm sahibi olduğu, azalttığı taktirde mutluluğa, sağlığa ve başarıya ulaşabileceği üç şey: yemek, konuşmak ve uyumak. Ben bugün pek çoğumuzun defaatle derslerde dinlediği, kitaplardan okuduğu sindirim sisteminden bahsedeceğim.
Yemek yemek öyle müthiş bir mekanizmadır ki, hayal etmek bile zordur. Önce besinleri düşünelim. Topraktan çıkan ya da hayvanlardan elde ettiğimiz besinleri tüketiriz ekseriyetle. Bu besinler protein, karbonhidrat, yağ, vitamin ve mineralden zengin. Tam vücudumuzun ihtiyacı olan şeyler. Gariptir; vücudumuzu besleyen maddeler, vücudumuzun oluştuğu maddelerdir. Bir nevi, her gün yeniden yaratılırız.
Peki yemek yemek gibi önemli bir konuda bizim iktidarımız nedir? Ağzımıza atıp yutmak dışında yapmamız gereken tek şey, besinler sindirilip emildikten sonra uygun bir yerde sfinkterleri gevşetmektir. O işte de yaptığımız ancak bu kadardır. Çok şükür ki bu kadar, yoksa tüm günümüz yediğimiz yemeği vücuttaki tüm hücrelere ulaştırmak için çabalamakla geçerdi.
Tat duyumuz, burnumuz, dişlerimiz, ağız bölgesi kaslarımız, ağzımızdan salgılanan tükürük salgısı, yutma refleksi, peristaltizm, ters peristaltizm, asit salgısı, enzimler, hormonlar, safra, emilim, miçel, vena porta, lenf damarları, kolon bakterileri, sfinkterler ve dışkılama... Bu kelimelerin hep biri ayrı bir dünya. Hangi birinin içine iyice dalarsanız, ayrı bir evren sizi karşılar. Ben bunlardan sadece biri hakkındaki tefekkürümü paylaşacağım: Listenin ilk sırasında yer alan tat duyusu.
Dil, duyu hassasiyeti çok fazla olan, duyu homonkulusunda dikkat çekici büyüklükte yer kaplayan bir organdır. Bununla birlikte özel bir duyu olan tat duyusu için dilin farklı bölgeleri çeşitli duyuları daha iyi almak için özelleşmiştir. Nasıl hissederiz ve ayırt ederiz tatlıyı tuzluyu acıyı? Her birinin RESEPTÖRÜ farklı. Bu reseptörler ilgili ligand gelip tutunduğunda çeşitli iyon kanallarını açıp kapatarak ya da çeşitli ikincil habercileri kullanarak sinyal oluşturur. Bu sinyaller kranial sinirler vasıtası ile beyin sapındaki tat alma nükleusuna gider. Oradan da beyin korteksine çıkar bilgi. Ve nihayetinde tadı hisseder, ayırt ederiz. Tat alma deyince okuduğumuz bilgi bu ve bunun alt başlıklarıdır. Peki tat alma konusunu bu şekilde okuyup geçip gidebilir miyiz? Bugün geçmeyelim.
En başta, tat diye bir nimetin varlığına şükrederek başlayalım. Eğer tat olmasa, biz nereden bilebilirdik böyle bir hissin var olabileceğini? İsmini bilsek de nereden bilebilirdik nasıl bir his olduğu. Nasıl ki cennet elmasının tadı nasıldır bilmiyoruz, buradaki elmaların tadını da bilemeyebilirdik. Çok mu zordu sanki tat alamamamızı sağlamak? Bu mükemmel ve çok azını bildiğimiz “mekanizmanın” bir parçası eksik olsa zaten alamayacaktık. Dildeki bir potasyum kanalı görev yapmasa acıyı ekşiyi hissedemeyecektik mesela. Sadece bu kadar. “Ettahribü eshel”, yani tahrip etmek kolaydır. Zor olan inşa etmektir. Bununla birlikte; tat için potasyum kanalları ve bazı reseptörler özel olarak seçilmiş ve adlandırılmış. Bunu biliyoruz. Vücudumuzda pek çok şeyin nasıl olduğuna dair fikirlerimiz (pek çok reseptör, ikinci haberci ve mekanizma isimlerimiz) mevcut. Peki biz tüm bilinen mekanizmaları bilsek dahi, “insanı biliyoruz” ya da “insanın şunu nasıl yaptığını biliyoruz” diyebilir miyiz? Bilmek nedir?
Bir insanla tanışıp onun ismini öğrenmek, o kişiyi bilmek midir? Aynı şekilde, ligandını tanıyıp bir faaliyet başlatan o “şey”e reseptör deyip özel isimler vermek, o “şey”i bilmek midir? Var olan mekanizmalara ve her bir moleküle isim verip aralarındaki ilişkiyi ortaya koyup olayı açıklamak, “hakkalyakîn” bilmek midir?
Bir potasyum kanalıyla tat alma arasında bağlantı kurup bizim tat almamız için çeşitli proteinleri bir araya getirip çeşitli reseptörleri oluşturup dilimizi onlarla döşeyip hizmetimize sunan, bizim tat duyumuzla BİLE bu kadar ilgilenen rabbimize hamd olsun. Bizim insan hakkında bildiklerimiz, tanıştığımız arkadaşımızın ismini bilmemizden öte değil. Daha şükredecek ne kadar çok nimetimiz var.
“İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen. Bu nice okumaktır.” demişler ya hani. Ben onu bu yazım için şöyle değiştireceğim:
İlim ilim bilmektir.
İlim kendini bilmediğini bilmektir.
Sen kendini bildiğini sanırsan,
Bu nice okumaktır.