Türkiye'de Düşünce'nin Selâmeti: Bir ReddiyeTürkiye'de Düşünce'nin Selâmeti: Bir Reddiye
görsel unsplash.com

Türkiye'de Düşünce'nin Selâmeti: Bir Reddiye

Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar.
Nâmık Kemal

Türkiye’de düşünmek zordur. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte konumuz bağlamında iki husus üzerinde duracağım. İlki Batı Avrupa dışında kalan toplumların yaşadığı modernleşme sürecinin niteliğinden kaynaklanan bir engeldir. Modernleşme bir süreçtir. Bu süreç yönü tayin edilsin veya edilmesin değişimin farkında olmak dolayısıyla bir zamansal ayrım yaratmaktadır. Bu ayrım en genel ifadesiyle "geçmiş" ve "gelecek"tir.1 Bu ayrımın taraflarına kişiler farklı değerler yükleyebilmektedir. "Geçmiş" kimilerimiz için ideal iken kimilerimiz için ideal olan "gelecek"tir. Ancak idealize eden bu tercih içerisinde birtakım tehlikeler barındırmaktadır: Modernleşme sürecinin tek tip bir okuması ve dolayısıyla modernlik üreticisi olarak Batı Avrupa’ya yönelik tek tip değerlendirmeler. Bunu bir örnek üzerinden anlatacak olursak Hilton Oteli ile başlayan ve Üçüncü Köprü ve en son da Kanal İstanbul tartışmalarına kadar uzanan "İstanbul’un New Yorklaşması" sürecini ele alalım. Gelinen noktada İstanbul ne Beşir Ayvazoğlu’nun "Bütün tarihimiz ve medeniyetimiz İstanbul’da özetlenmiştir." dediği İstanbul’dur ne de New York’tur. Çünkü modernleşme ara formlar üreten bir süreçtir. Geleneksel ve modern olan daima çatışmak zorunda (klasik modernleşme kuramları böyle kabul etmektedir) olsun ya da olmasın modernleşen yapı ya da aktör artık kendi değiştirdiği fakat zeminsiz unsurlar ile değiştiremediği "tortu"larının bir toplamıdır. Dolayısıyla modernleşen ne kendi kalabilir ne de modernliğe ulaşabilir. Çatışmanın varlığı ve boyutlarıysa bizi "Huzur"suzluğun varlığı ve boyutlarına götürecektir. Elde edilen bu hesapsız sonuç karşısında kimileri pişmanlık duyarcasına geçmişe hasretle bakarken kimileri modernlik ile arada daha da açılan mesafenin oluşturduğu panikle daha radikal adımlar atmayı arzulamaktadır. Ancak biri yavaşça bataklıkta batmayı beklerken diğeri bataklıkta batmasını hızlandıran hareketlerde bulunan kişiye benzemektedir. Bu "yeni" olanın muhakkak iyi veya tam zıttı muhakkak kötü olduğunu düşünmenin arka planıdır. Fakat modernleşme bütün hesap tutmaz karışıklığına rağmen tamamen öngörülemeyen bir süreç de değildir. Ancak bu öngörme faaliyeti aşırı soyut veya aşırı ampirik olmaksızın ilke, prensip, pratik, imkân, fizibilite gibi araçlar ile konsensüs ve tertip gibi amaçların evliliğini hedefleyen bir faaliyet olmak zorundadır. Batı Avrupa ve Batı Avrupa’ya ait unsurları değerlendirmelerimizin selameti bu husus ile şartlıdır. Aksi bir tutum bizi modernleşme ile vardığımız noktanın hayretine boğar dolayısıyla duygusal ve indirgemeci yaklaşımlara iter. Batı da politika vardır biz de siyaset, Batı da kent vardır biz de şehir bu türden yaklaşımlardır. Ayrıca bu yaklaşımlar hiçbir sorunumuzu çözmezler yani işlevsizdirler. Yine şaşırtıcı bir şekilde sanayileşmenin sebep verdiği hava kirliliği gibi sorunlarla Çin ve Hindistan gibi ülkeler uğraşırken bu sorunlar Avrupa’nın gündeminde yer almamaktadır. Bu şartlar altında ben mevcut olanı değil de 19.yüzyılın Avrupa şehirlerini taşlamaya tutarsam bu postu iki asır öncesine serdiğim anlamına gelecektir. 

Düşünmeyi zor kılan bir diğer husus Türkçenin başına gelenler ve buna rağmen bizim inatla terimlerle düşünmeyi seçmemizdir. Malum olduğu üzere Türkçede Arapça kökenli kelimeler yerine uydurma veya eski Türkçe kelimeler ikame olunmaya çalışılmıştır. Dilin doğasına aykırı bu müdahalenin hesapsız birtakım sonuçları olmuştur. Bunlardan bir tanesi tercüme faaliyetlerine elverişli bir dilin kaybedilmesi ve birkaç asır öncesinin dahi düşünürlerinin metinlerini okumanın zorlaşmasıdır. Burada Tahsin Görgün’e atıfla terim-kavram ayrımına dikkat çekmek istiyorum. Kavram terimin dil öncesi varlığıdır yani bir güle siz gül demeden önce o gül, diken ve yaprağı ile vardır. Terim ise kavramın adıdır. Zamanla terimin karşıladığı kavramın kapsamında kısmî veya tümden değişimler meydana gelebilir ki Tahsin Görgün bunu medeniyet terimi özelinde ifade etmiştir. “Medeniyet, 19. yüzyılın ortalarına kadar, bilim ve teknolojiden daha çok, bir hayat tarzını ve insanlar arasında ortaya çıkan ve nezaket esası üzerinden kendisini gösteren, gündelik hayat etrafında şekillenen bir davranış düzenini ifade etmek için kullanılıyordu.”2 Fransızların "Her şeyi anlamak her şeyi bağışlamaktır" diye bir sözleri var. Herhalde medeniyetin bu tür bir kavramı neden 19. yy. boyunca ve 20. yy.’ın ilk yarısında Batı’yı kılık kıyafet gibi sembolik ve yüzeysel bir taklide kalkan hareketlerin olduğunu anlamamızı sağlar. Ancak bağışlamak başka bir mesele. Sorun Türkçedeki yapay müdahaleler ile bir katman daha kazanmıştır ki o da medeniyet-uygarlık ikilemidir. Unutmamak gerekir ki Batı’ya uygarlık veya İslam’a medeniyet derken aslında her ikisi de bizim olan terimleri kullanmış oluyoruz. Bu terimler karşılığı olsun diye türetildikleri "civilisation" teriminin kaderine tabidir. Ve bu terim için Braudel “Keşke mümkün olsaydı da, bir doğru parçasını, bir üçgeni, kimyasal bir cismi tanımladığımız gibi, uygarlık kelimesini de açık ve basit bir şekilde tanımlayabilseydik.”3 demiştir. Eserin orijinal adının Grammaire des civilisations olduğu akılda tutulmalıdır. Bu zorluğa rağmen kimileri uygarlık teriminin maddi, medeniyet terimininse manevi yönü ağır basan bir kavramı olduğu şeklinde konuyu basite indirgeyen bir sapmaya düşmektedir. Çünkü civilisation terimi dini içermek ve ona temel ya da alelade bir pozisyon biçmek veya tamamen kapsam dışında bırakmak gibi bir amacın ürünü değildir. Bu terim “Batılı toplumların son iki ya da üç yüzyıl boyunca daha önceki toplumlardan ya da o günkü daha 'ilkel' toplumlardan farklı olarak sahip olduğuna inandığı şeyleri anlatmak için kullanılır.”4. Bu yönüyle civilisations terimi bir farklılaşmaya ve alt-üst ilişkisi kurmaya yöneliktir. Bu yönelme hem iç hem dış niteliktedir. Aristokratlar ve diğerleri, Batı ve diğerleri gibi. Terimin karşılığı olarak türetilen medeniyetin kavramının da kimi düşünürlerce bu yönü değerlendirilmiştir. Örneğin “Bütün medeniyetlerde toplum düzenlenmesi insanları gelir kategorilerine ayırmaya, altlık-üstlük kurumlarını güçlendirmeye yönelmiştir. Bu bakımdan medenî olmak, insan münasebetlerinin bozuk ve haksız olmasına âdeta karine teşkil etmesi demektir.”5 şeklindeki bir değerlendirmeyi medeniyet teriminin din ile müsemma olduğu yaklaşımı ile bağdaştırabilir miyiz? Terimin gerek XVIII. yy. ‘da aristokratlar tarafından kendilerini diğerlerinden farklılaştırma gayesi ile kullanımları gerek Huntington’ın The Clash of Civilisations makalesindeki kullanımı farklılıklara dikkat çeken bir kullanımdır. Medeniyet, uygarlık ve civilisation terimleri günümüzde gerek iç gerek dış değerlendirmelerde bir farklılaştırma aracıdır. Ve başat pozisyon her birinde dinden çok şehir, gündelik ve entelektüel hareketlerde incelme ve kalabalık insan toplumlarının bir aradalığı, toplumsal düzen ve iş bölümüdür. Yine literatürde uygarlık teriminin maddi ve manevi boyutları olan kavramlara delalet eder şekilde kullanımlarıyla karşılaşmaktayız. Bu iki boyutun varlığı Batı’da kültür ve uygarlığı farklılaştırma gayretine gidilmesi sonucunu doğurmuştur (Braudel). Benzer arayışın kültür-medeniyet (İzetbegoviç) alt yapı – üst yapı (Marx) gibi ayrımlarda da izi sürülebilir. Son olarak “Ulusal yazar ve tarihçilerimizin alışkanlık gereği kullanageldikleri ve Batı medeniyetine karşı zafer edasıyla, gururla sunmaktan büyük mutluluk duydukları 'İslam medeniyeti' ve 'İslam kültürü' kavramları, aslında İslam şeriatının sorumluluğunu tümüyle paylaşamayacağı, Müslüman idarecilerinin yaşam tarzlarını yansıtan tablolardan başka bir şey değildir.”6. Bugün İslam dünyasının karşısında bulunduğu açmaz bir medeniyet meselesi değil bir din meselesidir. Açıkça görülüyor ki medeniyet ve din, uygarlık ile sekülerizm arasında su sızmaz bir ilişki kurmak mümkün değildir. Aksi bir tutum meselelerin bu karmaşık arka planını görmezden gelerek onu basite irca etmek ve zengin literatürü sarfınazar etmek sonuçlarını doğurmaktadır. 

İlgili yazı

Kaynaklar
  1. Bu ayrım şimdilik bir yargı içermiyor.
  2. Tahsin Görgün, Medeniyet Meselesi, Endülüs, İstanbul 2020, s.16.
  3. Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, trc.: Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge Kitabevi, 2017), s.31.
  4. Norbert Elıas, Uygarlık Süreci 1, trc.: Ender Ateşman (İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2017) s.73. 
  5. İsmet Özel, Üç Zor Mesele, Tiyo Yayıncılık, İstanbul 2019, s.233-234. 
  6. Ebu’l Hasan Nedvi, Din ve Medeniyet Üzerine, trc.: Ekrem Kurtaroğlu (İstanbul: Mahya Yayıncılık, 2017) s.101-102.
Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Sen de bir yorum yaz
E-posta adresiniz kimseyle paylaşılmayacak.

En Çok Okunanlar

01




02




03




04




05




Sizin İçin Seçtiklerimiz






Tıbbiyeli Dergi















Son Yorumlar